Thursday, January 30, 2014

Tiyatro Mevzuları

Tiyatro denilince aklıma ilk olarak Yıldız Teknik Üniversitesi'nde bizler bira içerken Yunan Tragedyaları oynayan ve ne yazık ki çok sıkıcı tiradlar atan Tiyatro Topluluğu geliyor. Gözucuyla onları izlediğimi, bir yandan "insanın böyle kendisini adadığı bir sanat dalı olması çok hoş" dediğimi, diğer yandan da "ne yapıyor bunlar böyle akşamın soğuğunda Yunan Tragedyası mı kaldı, M.Ö.'den kalma sanatla hala uğraşılır mı?" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Vardır bir bildikleri diye bırakmıştım peşini. 

Yıllardır pek çok oyun izledim. Aklımda kalanlar oldu, anında unuttuklarım oldu. Uğur Polat'ın oyunuyla Ben Ruhi Bey Nasılım, Kevin Spacey'nin oyunuyla 3. Richard (ki bir kısmında uyuyakalmama rağmen) aklımda kalanlar. Haluk Bilginer'in Moda'daki tiyatrosu açıldığında "Artık yakın bir adreste iyi oyunlar izleyebileceğiz" diye sevindiğimi, sonra gittiğim oyunları bile pek hatırlamadığımı farkettim. 

Bu yazıyı neden yazıyorum? Ben Tiyatro'dan anladığımı iddia etmiyorum, zaten tiyatroyu pek sevmiyorum da. Fakat sanatla ilgilenen orta sınıf çoğu kişi gibi ben de kendimi pek çok kez salonlarda buluyorum. Zaman zaman çok reklamı yapılan veya bir eleştirmenin övgüleri nedeniyle ilgimi çeken bir oyuna gidiyorum, zaman zaman da arkadaşlarım "hadi gidelim" diyor ve ben de "tamam" demiş bulunuyorum. Kültürel aktivitelere meraklı herkes gibi ben de yıllarca "tiyatroya gitmeli" dedim durdum.

Mevzu şu: Tiyatro eski bir sanat dalı. Yeniliklerden uzak. 

Son yıllarda DOT gibi bazı topluluklar "yenilikçi işler" yapmaya çalışsa da bunlar ya Türkiye için özenti/tercüme kalıyor ya da "bir kısım gencin marjinal çabası" olarak algılanıyor. Genel geçer tiyatro oyunları Devlet Tiyatrosu ve Şehir Tiyatrolarındaki oyunlar. Bunlarda da abartılı oyunculukları ve modası geçmiş konularıyla bizi karşılayan sanatçılar var ve durmadan şikayet ediyorlar. TV'de sürekli "sanata yeterince ilgi gösterilmiyor" diye ağlayan tiyatrocu görmekten siz de bıkmadınız mı? İlgi gösterilmiyor çünkü sıkıcı, eski, aynı... Son izlediğim oyunlar koskoca adamların kendilerini pek ciddiye alarak sergiledikleri basit piyeslerdi. Buna rağmen seyirci oyun sonunda ayağa fırlayıp çılgınca alkışladı. 

Özellikle komedide, bol belden aşağı espri yapılarak götürülen, mümkünse Tv'den tanınan veya sadece güzel olan bir kızın başrolde olduğu sevimsiz oyunlar görüyorum. İzlerken TV'de Acun'un yarışma programlarını izlerken kapıldığım duyguya kapılıyorum: Karşımdaki adına utanma duygusu. Bir yandan ilgi görüyorlar da denilebilir, gittiğim salonlar boş değildi. Bunda da orta sınıfın "Ay sanatsal bir etkinlikte bulunalım" zorlama sosyalleşmesi ön planda. Ayrıca biletlere indirim sağlayan web siteleri var. (Grupanya benzeri siteleri demek istiyorum) 

Özellikle erkeklerin bu oyunlara gitmelerinin tek nedeni yanlarındaki "ilişkimiz birkaç ayı geçti, haftasonları sanatsal etkinlik yapan çiftlerden olalım" diyerek bilet almış kadınlar. Tek başına sinemaya giden erkek görüyorum da tiyatroya giden hiç görmüyorum. Zavallı adamları yanlarında sürükleyen sınıfsal ve ilişkisel telaşlarına kapılmış kadınlara "Tiyatroyu boşverin ya... Valla... Gitmeseniz de olur" demek istiyorum. Buna sadece tiyatroyu değil, belki pahalı biletleri olan yurtdışından turneye gelen çeşitli gösterileri de ekleyebiliriz. Çeşitli müzikaller, sirk gösterileri vs. Gazetelerin pazar eklerindeki "Vallahi herkes bu gösteriye gitti bakın Biletix'te tükenmek üzere" yazıları olmasa, hangi kadın o biletleri alır, hangi adam o trafiğe girer?

Bazen böyle seyirciye böyle oyun/sanat diyorum. Bu bir eğlence diyorum. Bazen de "vırvır konuşacaklarına cidden ilginç bir şey yapmaya çalışsalar, kafa yorsalar, ben de böyle yerin dibine batırmam" diyorum. Seyirciyi yukarı çekecek olan da iyi eserler sunacak olan sanatçılar değil mi?

Kısaca insanların eğlence olarak TV yerine tiyatroyu tercih etmesine bir şey diyemem. O rezil diziler yerine rezil oyunlar da izleyebilirler. Fakat bu "Biz eşimle her haftasonu tiyatroya gideriz" gösterişiyse ve o gittikleri oyunları sanat sanıyorlarsa çok yazık. Son izlediğim 4 oyun yerine 1 Holivud filmi izlesem sanatsal olarak daha doyurucu olurdu.

Monday, January 27, 2014

Film: 12 Years a Slave (12 Yıllık Esaret)

12 Years A Slave ile ilgili çeşitli tartışmalar dönüyor. Bunları aktarmaya çalışacağım. Metacritic'de %97, rottentomatoes'de %97 ve IMDB'de 8,5 almış, Oscar'a koşan koskoca bir yapım, hem film olarak hem içerik itibariyle konuşulmayı ve üzerine düşünülmeyi hak ediyor. Bu nedenle "şurası olmamış" veya "abartılmış" diyenlere gülüp geçiniz derim ben, baştan söyleyeyim...

Bu aralar filmlerin konularına pek dikkat etmiyorum, filmi izlerken şaşırmak daha çok zevk veriyor. Bu nedenle filmin bir "kölelik hikayesi" olduğundan başka bilgim yoktu.

Solomon Northup filmin başında insana herhangi bir zenci köle gibi geliyor-Holivud bu konuda pek çok film çekti zaten? Oysa flashbacklerle aslında önceki hayatının özgür olduğunu, tamamen bir kandırmaca sonrasında kendisini köle olarak bulduğunu öğreniyoruz.

Burada Solomon gibi kendimizi haksızlığın karşısında ağlarken veya hınçla söverken bulmamak imkansız. Filmde yıldızlar geçidi var, pek çok yapımda gördüğümüz iyi oyuncular ufak tefek rollerde de olsa karşımıza çıkıyorlar. O dönemde New York'ta kölelik yokken, pek çok özgür siyahi varken, Güney'de yaşanan vahşet ve insanların gözlerini kulaklarını bu saçmalığa tıkamaları insanı yaralıyor. Yaşadığımız fanusu bir kez daha hatırlıyoruz. Çünkü ben İstanbul'da ev ve iş arasında medeni ve steril bir yaşam sunarken, yanıbaşımda belki gitmediğim bir semtte insanlık dışı neler yaşanıyor bilemiyorum. Bunu düşününce filmdeki her ufak ayrıntı insanı gözyaşlarına boğuyor. Özellikle "özünde iyi insan" olanların ortam itibariyle bir şeylere göz yummaları, genç kadınların maruz bırakıldığı cinsel şiddet ve insanın hayatta kalmak için neler yapabildiğini görmek insanı oldukça sarsıyor.

Filmle ilgili en çok hoşuma giden detaylar: yerinde kullanılan müzikler, efektler ve uzun süren, konunun vehametini sakince kavramanızı sağlayan kesintisiniz sahneler oldu.

Steve McQueen daha önce Hunger ve Shame filmlerini yönetmişti, her iki filmde de Michael Fassbender başroldeydi ve ödülleri silip süpürmüştü. Steve Bey de siyahi bir yönetmen ve bu filmde de Michael Fassbender var.

Haftasonu biraz bakındım yorumlara...
Şiddet sahneleri var denilmiş. Ben fazla sanat filmi izlemekten duyarsızlaştım mı bilemiyorum ama bu filmde birkaç yara dışında rahatsız edici kan revan yoktu. Gerisi görsel olarak dozunda tutulmuş fakat psikolojik olarak insanı geren ve germesi de gereken detaylardı. Hatta daha önce Lars Von Trier'in çok daha rahatsız edici filmler yaptığını, yine kölelik üzerine Manderlay'i izlerseniz daha çok ağlayacağınızı söyleyebilirim.

Yukarıda spoiler vermeden değinmeye çalıştığım uzun sahneler öyle gerçekçi ve duygu sömürüsünden uzak ki, etkilenmemek imkansız.

Film biraz uzunca, sinemada değil de evde izlerseniz bu nedenle yer yer dikkatiniz dağılabilir. Fakat oldukça derin bir konu ve gösterilmek istenen pek çok detay var. Sürenin uzunluğu bu nedenlerle bana oldukça mantıklı göründü ve film boyunca hiç sıkılmadım.

Gerçek bir hikayeden uyarlanmış. Solomon Northup esaretten kurtulduktan sonra 12 Years a Slave isimli anı kitabını yayımlatmış. Bu kitap oldukça önemli olmasına rağmen biraz geride kalmış. Yönetmenin sevgilisi bu kitaptan bahsettiğinde de ise Steve abimiz filmi çekmek istemiş. Umarım kendisi Oscar'da en iyi yönetmen olan ilk siyahi olur. Kölelikle ilgili bir filmden sonra bu ödül oldukça manidar olacaktır.

Birkaç tirat/diyalog fazla "öğretici" geldi fakat bunların da filmin akışı için gerekli olduklarını hissettim. Bu nedenle gönül rahatlığıyla izleyin/izletin diyorum.

Oyuncu listesine şurdan bakar mısınız ya?! Şu linkte de Solomon'un şu an hayatta olan akrabalarına filmin gösterildiği ve olumlu karşılandığı anlatılıyor. Son olarak Penguin Yayınevi kitabın İngilizce yeni bir baskısını yaptı ancak henüz kitabı Türkçe'de okuyamıyoruz. Yakında berbat bir film afişi kapaklı baskı yaparlar diye bekliyorum, umarım iyi bir çeviriyle okuma şansımız olur.

Sunday, January 26, 2014

Film: Jack Ryan: Shadow Recruit (Jack Ryan - Gölge Ajan)

Merhabaaaaa (Yazıyı yazdıktan sonra tekrar okudum bugün biraz fazla espriliyim, sıkılanlardan özür dilerim)

2013'te izlediklerimin hepsini not almıştım ancak 2014'e yaptığım hızlı giriş ve notlarım örtüşmedi, ben de blogu güncel tutmaya çalışıyorum bu nedenle.

Geçen hafta Escape Plan'ı izledim ancak onunla ilgili blog yazısı bile çıkaramadım. Az sonra tekrar bakacağım taslaklara belki başarırım hahaha...

Jack Ryan: Shadow Recruit'e gelelim...
Bu filme "aksiyon macera" sanarak gittik. Daha doğrusu asıl görmek istediğimiz filmlerin saatleri uymadı, yönetmen/oyuncu/konu skalasına göre hızlı bir değerlendirme sonucu fena film olmayacağını düşündük. IMDB puanı 6.6

Yönetmen: Kenneth Branagh kendisi Sör ünvanlı olup, filmde de kötü adamı oynuyor. Yakışıklı, karizmatik, yetenekli, İngiliz... Ama benim için yaşlı yani bu tür bir adamı 3. koca olarak düşünüyorum çok uzatmayayım.

Oyuncular: Chris Pine. Bu arkadaş Kaptan Kirk'ken iticiydi, burda rolünü bulmuş. (İlk koca olarak böyle birini düşünüyorum hani yakışıklı falan, aşk evliliği) Keira Knightley: Bu ismi herkes biliyor tanıtacak halimiz yok... Kevin Costner: Bu abimiz için de diyecek bir şey yok. Çocukluğumuzun kahramanı.

Şu tipe bakın canım ya hem de Sir... Kaynak: IMDB.com

Şimdi filmin olayı şu: Tom Clancy diye bir yazar vardır, bilen bilir. (Bilmeyenler için şuraya bir İlber Ortaylı Kepsi koyardım da sizi rencide etmek istemiyorum) Bazılarında Amerikan faşisti görülebilen bir yazar. Daha önce Jack Ryan karakterini Alec Baldwin, Harrison Ford, Ben Affleck oynamış. Yani Tom Clancy romanları özellikle Jack, bol bol sinemaya uyarlanıyor. Şimdi malum, Amerika'nın pek çok düşmanı vardır, en çok da Rusya üzer bu müthiş insanları. Bu konuda bol bol film var zaten. Bir tane daha yapmanın ne gereği var? Jack Ryan filmlerinden en çok tanınanı Ben Affleck'li Sum of All Fears sanırım, Morgan Freeman da vardı bunda. Yeni film hemen unutulacaktır diye düşünüyorum.

Filmin TEK güzel yanı Kenneth Branagh. Altını tamamen Rus milliyetçiliği ile doldurmaya çalıştıkları bir karizmatik düşman yaratmışlar. Çok iyi diyemem ama oyuncu süper olunca insan izlemeden duramıyor...

Filmi ilginçleştirmek için son zamanların yeni düşmanı teknoloji ve Ekonomik Tetikçi'lik olayını bulmuşlar. Malum Bir Ekonomik Tetikçi'nin İtirafları çok satan bir kitaptı.

Filmde bir iki heyecanlı sahne var ama sonu belli bir ajanlık sizi ne kadar tatmin eder bilmiyorum. Fena film değil ama izleyip unutuluyor. Bu devirde sinema bu kadar pahalıyken size öneremem, ayıp etmiş olurum...

Size sevimlilik olsun diye kendi fotoğrafımı koyuyorum:


Saturday, January 25, 2014

Kitap: Anne Frank'ın Hatıra Defteri

Anne Frank'ın Hatıra Defteri'ni bilmeyen yoktur diye düşünüyordum ancak geçenlerde -isim verip rencide etmek istemiyorum ama- 19 yaşında bir arkadaş ilk kez duymuş gibi yaklaşınca... Bu yazıyı yazayım dedim... 

Soykırım denilince aklınıza bu gözler ve gülümseme gelsin.


Anne Frank Yahudi bir kız. Soykırımın sembollerinden biri. Hatıra defterini tuttuğu yıllar arasında Hollanda Amsterdam'da bir evde ailesiyle gizleniyor. Gizlendiği sürece tuttuğu anı defteri, yakalanıp kampa gönderilmesinden ve hayatını kaybetmesinden sonra yayımlanıyor. Aileden hayatta kalan tek kişi olan babası Otto, bazı kısımları gizleyerek bastırmış. Sonraki baskılarda ise bu farklar ortadan kaldırılmış, her yazdığı kitaba eklenmiş. İçinde fotoğraflar vs. de bulunuyor. 

Bu hatıralar neden önemli derseniz, Anne bu defteri tutarken 13 yaşında. Bu yaşta bir genç kızın gözünden olanları izlemek hem daha ağır hem de daha gerçek bir sunum olmasını sağlıyor. İngilizce öğrenim görenler Anne Frank'ın sadeleştirilmiş defterini belki de lisede okumuşlardır. Bendeki de İngilizce kopya, Nook ile okudum.

Anne Frank'ın anne babası, kız kardeşi ve bir diğer aileyle birlikte gizlendiği ev şu an müze. Amsterdam'daki müzenin web sitesi http://www.annefrank.org/ adresinde. Ben de ziyaret etmeyi planlıyorum. 

İnsanı en çok yaralayan, başlarda "ergen işte" dediğiniz küçük kızın, gizlendiği yerde tuttuğu defterin sadeliği. O küçücük alanda, gerginlikle ve maddi manevi zorluklarla saklanıyorsunuz, üstelik yanınızda başka bir aile de var, üstelik ergenlikte bir genç kızsınız. Düşünsenize? Ben o yaşta tuttuğum günlükleri hatırlıyorum, hoşlandığı çocuğu "en büyük aşkı olarak" yazmalar, cinselliği merak etmeler, anneden nefret etmeler, yapayalnız hissetmeler... Bunların yanında güçlü kalmak ve gizlenmek zorundalar, yakalanırlarsa veya yiyecek kaynakları biterse öleceklerini bilerek. Savaşmak için ve oyalanmak için çeşitli yolları var, ödev yapıyor, oyunlar oynuyor, doğumgünlerinde hediyeleşiyorlar.

Anne Frank'ın defterinin zaman zaman sansürlendiğini okumak beni çok şaşırtmıştı. Babası bazı kısımları, Anne'nin sinirle yazdığı, diğer aileleri incitebilecek kısımları ilk baskılara koydurmamış. Bunun yanında tam da o yaşta bir kıza uygun çok masumane cinsellikle ilgili anotomik meraklarını "pornografik" gerekçesiyle dönem dönem bazı ülkeler sansürlemekte. Bu da ayrı bir komedi. Yazılanlar Anne'in regl olma heyecanı, cinselliğinin uyandığını farketmesi, erkek cinsel organının adını bile bilmemesi, kendi cinsel organını ise "kıllardan dolayı pek görememesi" gibi insanı güldüren şeyler...

Böyle böyle yer yer gülerek bir ergenin hatıra defterini okuyup, sonrasında, birisinin ifşası nedeniyle evin basıldığını ve tüm ailenin çeşitli toplama kamplarına götürüldüğünü bilmek, Anne ve kız kardeşinin savaşın bitmesine tam da haftalar kala toplama kampında tifodan ölmesi yüzümüze tokat gibi çarpıyor. 

Masa ve meşhur günlük: Kırmızı Defter.
http://www.annefrank.org/en/Anne-Frank/A-diary-as-a-best-friend/
Yıllardır en çok satılan/okunan kitaplardan biri. Şiddet gösterisi olmadan soykırım saçmalığını okuyabilmenizi sağlıyor. Aynı isimle pek çok kez tiyatro ve sinemaya uyarlandı.

Filmlerini izleyebilirsiniz, ancak bizde en son Kristal Gece (Anne Frank'ın Hatıra Defteri) olarak oynanan tiyatro oyunu şu an gösterimde yok. Belki bir zaman yakalama fırsatı olur.


Saturday, January 04, 2014

Kitap: Carol J. Adams - Etin Cinsel Politikası

Bu yazıyı taslaklarda unutmuşum, 2013 kasım'da okudum. Tavsiye ederim, sevgiler...

Bitiremediğim puzzle, kitaplara fon olmaya devam ediyor :)


Kadınlar (kitle olarak) kendilerini ezenlerle bir arada yaşayan tek ezilen topluluktur.
Etin Cinsel Politikası... İddialı bir ismi var değil mi? Sosyal bilimler okuyanların üzerinde saatlerce konuşabileceği bir kitap. Carol J. Adams bu kitabı 1990'da yazmış, bana 90'lar çok yakın zaman gibi geliyor, sanırım çocukluğum bu döneme denk geldiğinden. Fakat düşününce 20 yıldan fazla olmuş, az değil bir kitap için! Daha yeni okuyabilmemiz fena bir durum. Ancak Ayrıntı Yayınları'nın bastığı ve Güray Tezcan ile Mehmet Emin Boyacıoğlu'nun çevirdiği kitap çok özenli, beklendiğine değmiş gibi. Daha baştan çevirmenlerin önsözüyle güven veriyor, sonrasında da dipnotlar ve parantez içlerindeki açıklamalarla doyuruyor. Kitabın başında hem Türkçe baskıya özel önsöz (pek rastlamadığımız bir şey), hem ilk baskıdaki önsöz hem de 10. yıl ve 20. yıl özel önsözleri var. Ayrıca bir de Nellie McKay'in Sunuşu var... Bunlarla birleşince 72. sayfadan önce kitaba başlamak mümkün değil. Kaynakça hariç 346 sayfa. Bu sayfa sayılarını neden yazdım? Çünkü kitap o kadar kolay okunan bir eser değil, ders kitabı gibi. (Hatta zaten ders kitabı olarak okutuluyor) Başlarda çok büyük bir hevesle okuyordum ancak son bölümlerde bu hevesim yerini "Bunları önceki bölümlerde okumadım mı?" veya "Eee? Nereye varacağız, yeter artık" gibi isyanlara bıraktı. Belki de benim gibi roman okur gibi birkaç günde okumak yerine, bir araştırma kitabı, sav okuduğunuzu sindirerek, daha fazla düşünerek okumanız daha iyi olur.

Kitabı okumadan önce, nelerle karşılaşacağınızı az çok anlamak için, Birikim Dergisi'nin 195. sayısındaki bu Carol Adams röportajını okuyabilirsiniz. Bu ilginizi çektiyse, kitabı okumalısınız. Ufak bir tanıtım gibi, kitapta anlatılanlardan örnekler var. Ayrıca şu çarpıcı cümleyi de burada okudum: Kadınların varoluşunun cinsel varlıklar olarak (ya da bazı feministlerin iddia ettiği gibi, tecavüz edilebilir varlıklar olarak) tanımlanması gibi, hayvanların varoluşu da et kaynağı olarak tanımlanıyor.

Bir diğer okuyabileceğiniz röportaj da çevirmenlerle yapılmış, Birgün Gazetesi'nde. Şimdi diyeceksiniz ki bunlar hep sol yayınlar... Basit bir açıklamayla, kurulu düzene karşı çıkanların solda durduğunu söyleyebiliriz herhalde?

Aslında kitabı okuyalı birkaç hafta oldu. İlk bölümlerde büyük heyecanla okuyordum. Özellikle et yememenin yıllar önce gülünç bulunan bir şeyken, zamanla görece kabul görmesi, yani tarihçesi... Sonra kadınların hem dilde yerleşmiş kalıplarla aşağılanmasının, aynı zamanda hayvanlara da uygulanması... Hayvanlarla kadınların eşit, yani erkeğin tahakkümündeki varlıklar olarak betimlenmesi... (Kadınlara ve hayvanlara "mal" denilmesi örneğindeki gibi) Pek çok reklamda ve toplumun inanışlarında erkeğin görevinin et yemek olması ve etle kadının bir tutulması... Bunların hepsi çok güzel özetlenmiş.

Düşününce, etraf bir sürü örnekle dolu! Vegan veya et yemeyen erkeklerin ilk olarak erkekliklerinin sorgulanması, kabul gören erkek tipi olan maço adamlardan olabilmek için sürekli et yemek gerekmesi...

En çok verilen örneklerden biri, kitapta da mevcut. Arby's reklamı.


Ancak son bölümlere geldiğimde çoğunu farkında olmadan yeniden ürettiğimiz bu söylemlerle ilgili abartılı görüşler olduğunu düşünmeye başladım. Ayrıca ortaya konulan çözümler yetersiz göründü, fazlasıyla "batı toplumuna uygun" ve adapte/tercüme geldi bu kısımlar.

Altını çizdiğim pek çok kısım var ve kaynakçada "bunu da okusam "dediğim pek çok farklı kitap. Sıralamada ilk olarak Peter Singer - Hayvan Özgürleşmesi'ni okumayı düşünüyorum. (Çok sevilen değil de, eleştirilenleri okumak daha ilginç geliyor)




Wednesday, January 01, 2014

2013 Sonu Bilançoları: Kitaplar - Yarıda Kalanlar...

Okuyun yahu. 
Kitaplar konusu pek sevimli değil bu yıl benim için. Daniel Pennac - Roman Gibi'yi okudum. Burada Daniel Bey kitap okurları için maddeler sıralıyor, haklarımız var diyor...

1) Okumama hakkı.
2) Sayfa atlama hakkı.
3) Bir kitabı bitirmeme hakkı.
4) Tekrar okuma hakkı.
5) Canının istediğini okuma hakkı.
6) "Bovarizm" hakkı.
7) Canının istediği yerde okuma hakkı.
8) Çöplenme hakkı.
9) Yüksek sesle okuma hakkı.
10) Susma hakkı.

Ben de buna uydum ve rahat bıraktım kendimi. Hayat kısa... Okumak istediğimiz çoook kitap var, hepsine yetişmek mümkün değil. Üstelik ben kitabı sevdiğim için okuyorum. Bu benim işim, görevim, ödevim değil. 

Hala yarıda bıraktım diyemiyorum, bir şekilde döner bitiririm herhalde ama... Şunlar elimde süründü:

Julian Barnes - Manş Ötesi : Öyküler var. Kendimi veremedim. Gitmedi. Ben de gidip en sondaki öyküyü okudum. O fena değildi. Başa döndüm, yine olmadı. Kaldı...

Patrick Süskind- Parfüm : Çok ünlü bir roman, herkes hayran, filmi de var vs. Hem pek uzun da değil. Olmadı, bir türlü ilerleyemiyorum.

Selçuk Erez- İstanköyaltı Bodrum : Bodrum'la ilgili kişilerin hoşuna gidebilir. Beni sarmadı. Eski hikayeler, tarihi anılar vs var, belki boş bir zamanımda dönerim... Yok yaaa... Dönmem. Zaten hediye olmasa hayatta başlamazdım hahaha.

Henry David Thoreau- Nerede ve Ne için Yaşadım : Bu kitabı Thoreau Amcanın Sivil İtaatsizlik konusundaki çabaları nedeniyle okumak istemiştim. Malum amcamız kendisini doğaya vermiş sivil itaatsizliğin "kitabını yazmış" vs. Düşünce adamı. Gördüğünüz gibi kitabı okumayı beceremediğimden konuyu bile özetleyemiyorum. 2014'e kaldı.

Orson Scott Card - Ender'in Oyunu : Filmi gelmeden okuyayım dedim, hem de bilimkurgu, e-kitap olarak İngilizce okuyordum. Fakat militarizm, yazarın gıcık biri olması vs gibi romanın yazımı ve konusuyla çok ilgisiz konulara kafa yormaktan, kitabı okuyup bitiremedim. Filme de gidemedim zaten. Peh... 2014'e kaldı.

Tom Robbins - Parfümün Dansı : Bence bu kitap abartılmış. Hatta overrated demek istiyorum da, Türkçe katili beyaz yaka olmak istemiyorum. Aslında güzel ama Pan'ın olduğu kısımlar güzel. Gerisini anlamıyorum resmen. Felsefe vs demişsiniz, İsmail YK'nın bu konuda sözü var: Yoksa Ben Zurna Mıyım, Ha?! Siz felsefe anlıyorsunuz da ben zurna mıyım manasında... Bir ara bitiririm herhalde bu kitabı zorlanarak. Pan iyi de çevresi kötü.

Wood Allen - Tüysüz : Bıktım Woody Amca'nın Amerikan Yahudisi komik olmayan yaşlı amca fıkralarından. İçindeki bazı öyküleri okumadan atladım, itiraf ediyorum.

Chuck Palahniuk - Kurgudan da Garip : Valla Chuck Palahniuk'tan da bıktım. Çok post modernsin, çok alternatifsin, her Kadıköy'ün puslu sokaklarında gezip Bomonti içen genç seni okur falan filan. Bıktım senden Chuck, yıkıl. Roman yaz, okurum, bu roman değil, kurgu değil, kurgudan da garip evet... Fena kitap değil  belki ama fazla Chuck "overdose" yapıyor. İki yılda bir okumak yeterli kendisini.