Tuesday, February 28, 2012

Oscar 2012

Acaba seneye 85. yıl diye daha ihtişamlı olur mu?

Pazar günü Oscarcıklar dağıtıldı. Pek ihtişamı yok, yine de konuşuluyor birkaç gün. The Artist çok kişinin beklediği gibi birçok ödül aldı. Ancak oyuncusu güzel Bérénice Bejo, herhalde ortama alışkın olmadığından (?), kırmızı halıda Holivud artistlerinin gölgesinde kaldı.

The Artist'in yapımcılarının lobi faaliyetleri sayesinde bu kadar ödüle boğulduğu söyleniyor. Hugo, makine gibi işleyen bir filmken, duygusallığı öne çıkaran The Artist seçildi. Her yıl bir film böyle ödülleri silip süpürüyor. Ve bir kaç yıl sonra "Ustaya geçen senelerde ayıp etmiştik" diyerek bir süre gözardı edilen bir oyuncuya veya yönetmene ödül veriliyor. Gerçekten sıkıcı bir hal aldı Oscar. 

Kırmızı halıya gelince... Geçen senelerde gördüğümüz, kırmızı halıda görmeye doyamadığımız starlardan bazıları yoktu. Davetliler neye göre seçiliyor veya davet edilenler neye göre katılmıyor bilmiyorum. Bu nedenle elimizdekilerle yetindik. En çok konuşulan giysileri topladıkları bir foto var aşağıda:

Sol baştan: Rooney Mara, Angelina Jolie, Jessica Chastain, Michelle Williams, Gwyneth Paltrow

Fotoğraftakiler arasında en çok Angelina'nın bacağı konuşuldu. Hatta artık bacağın kendi Twitter hesabı bile var. "Merhaba ben bacak" gibi tweetler atıyor. Angelina Jolie ve Brad Pitt fazlasıyla mükemmel neredeyse robotik çift oldukları için sevsem mi, sinir mi olsam karar veremiyorum. Zaten Angelina o kadar antipatik ki Brad Pitt'e olan sevgimi bile azalttı. 

Bu arada aklıma takılan bir soru var: Davetiyeyi Katılımcı +1 olarak gönderiyorlar hani... (Mesela Michelle Williams yakın arkadaşı Busy Philipps'i götürmüş) Peki Angelia Jolie'yi davet edecekleri zaman "Nasılsa bu kadın +1 olarak Brad Pitt'i getirir" diyerek Brad Pitt'e davetiye gitmiyor mu? Belki bu Oscar'da sadece Brad Pitt'in oynadığı film vardı diye sadece ona gitmiştir ama diğer davetlerde ne yapıyorlar? Veya ikisine de gönderince 4 kişilik hakları mı oluyor? Veya nasılsa birlikte gelirler diye onlara 1 kişilik davetiye mi gidiyor? Ben organizatör olamam ya çok zor işler...

Fotoğrafa gelince... Rooney Mara parlamakta olan bir ablamız. Ejderha Dövmeli Kız olarak En İyi Kadın Oyuncuya aday gösterildi, beklentisiz gitmiştir herhalde törene garibim. Karşısında Meryl Streep olunca... Giysisi ve hali tavrını herkes çok beğendi. Ben giysinin göğüs kısmını biraz komik buldum...

Angelina hakkında artık diyecek bir şeyim yok, Bacağını da al git?!

Jessica Chastain  En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülüne adaydı, The Help isimli bir türlü izleyemediğim, henüz kitabını okuduğum eserle... Elbisesine hayran kalanlar olmuş, ben o kadar abartamıyorum. Güzel tabii ama biraz perde, biraz barok, biraz koltuk kumaşı? Bir de saçları daha iyi olabilirmiş?

Michelle Williams, yine henüz izleyemediğim ancak övgülerini bol bol işittiğim film, My Week With Marilyn ile En İyi Kadın Oyuncu Ödülü adayıydı. Marilyn filmiyle aday olduğu için törene aynı havayla gelmemesi, Marilyn'i çok iyi canladırmasına ve ona çok benzemesine rağmen kırmızı halıda "kendisi gibi" görünmesiyle gönlümü kazandı. "İşimizi yaptık bitti" tarzında cool bir tavır bence. Elbise de güzel. Fakat orijinallik olsun diye pembe çanta alması benim muhafazakar moda anlayışıma uymadı.

Son olarak kısaca tanrıça diyebileceğimiz isim Gwyneth Paltrow. Beyaz tenle, sarı saçla beyaz giysi giyilmez tezini çürütmüş yine. Omuzlarındaki pelerin çekimser kalınabilecek bir detay, fakat benzersiz olmasını sağlamış.

Oscar törenindeki katılımcıların hep kemikli olmaları, birçok insanı düşündürdü. Neyse ki kazananlardan Octavia Spencer ablamız biraz tombiş de oradan kurtardılar konuyu. Yeter artık aç kalmaktan bıktık, 38 beden olma özgürlüğü istiyoruz?!

Ödül alanlardan Meryl Streep'in elbisesi yaşına uygun herhalde ama pek de güzel değil... Ayrıca kendisinden bıkanlar olduğunun farkındaymış bunu da öğrendiğime sevindim. En iyi makyaj ödülünü Harry Potter'a verseler Iron Lady'ye vermeseler çok daha sevinirdim.
Demir Leydi- Pardon Altın Leydi- Teyze

Blogda yazmadığım ancak çok çok beğendiğim bir film olan Midnight in Paris de ödül aldı, Woody Allen Oscar karşıtlığına devam ediyor herhalde? Törende yoktu. Oscar'ın web sitesinde aday soru formunu gördüm: "Entelektüel değilim hatta o kadar zeki de değilim" yazmış anketteki sorulardan birine cevap olarak. 14 kez sadece orijinal senaryo dalında aday olmuş. Sanırım senaryolar konusunda başarısını inkar etmek mümkün değil.

Christopher Plummer, 82 yaşında, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Buna sevindim işte. Acaba ona bu ödülü vermelerinin nedeni olarak da bir komplo teorimiz olmalı mı? Mesela o yaşta eşcinsel rolü oynadı diye... Bu yıl siyahilerin haklarına değindik (The Help), uluslararası oyuncular kotası da doldu (The Artist), eşcinsellik göndermemiz eksik kaldı, hem bir taşla iki kuş... Hem hiç Oscar almamış büyük bir oyuncu hem de eşcinsel rolü... demişler midir?

Son olarak... Daha önce yazdığım aday veya ödül alan film yazıları:


Sunday, February 26, 2012

Çizgi Roman: Cam Kent


Sıradakiler kısmındaki "The Help" kitabını okuyorum ancak bir türlü bitmedi. İzlenecek filmler listem ise 20'yi geçti. Ne yazık ki yeni işe alışma süreci ve mesailer nedeniyle bir türlü istediklerimi yapamıyorum. Yine de ufak kaçamaklar olarak House MD, Big Bang Theory, New Girl dizilerini izliyor ve çizgi roman okuyorum...

Cam Kent de bu çizgi romanlardan biri...

Önsöz Art Spiegelman tarafından yazılmış, Maus isimli çok çok başarılı çizgi romanını okumuştum, bu nedenle bana göre bu ismi görmek iyi bir referans. Çizerler ise Paul Karasik ve David Mazzucchelli.
Cam Kent ve içecek :-)

Cam Kent, New York Üçlemesi'nde yer alıyordu. Bu kitapta beni en çok etkileyen, aklımda yer eden hikayeydi diyebilirim. Çünkü beklemediğim bir şekilde gelişmişti, üstelik yazar Paul Auster'in kendini de hikayeye katması çok ilginç bir fikirdi. Ayrıca daha önce Paul Auster'ın "Son Şeyler Ülkesi'nde" kitabını okumuştum ve bu nedenle ondan daha olağan bir hikaye bekliyordum.

Çizgi Roman, kitaptaki ilginç kişileri ve konuşmaları yansıtabilmiş. Bu nedenle başarılı buldum. Tabii romanı okumak bazı açılardan daha doyurucu, ancak çizgilerin de gücü insanı etkiliyor. Tavsiye edebileceğim bir uyarlama olmuş.

Bu çizgi romanın "En iyi 100 Çizgi Roman"dan biri seçildiğini okudum ancak hiçbir yerde bu 100 çizgi romanın listesini bulamadım. Bu "En iyi" sıralamaları bazen ölçüsüzce dağıtılıyor mu? Yoksa reklam için mi bunları yazıyorlar anlamıyorum...

Saturday, February 25, 2012

Çizgi Roman: I Killed Adolf Hitler (Hitler'i Öldürdüm)

Roman kapağı

Çizgi roman... İngilizcede Graphic Novel demişler. Çok güzel bir tercüme, ancak zamanla anlamı farklı algılanır olmuş. Mesela Uykusuz dergisindeki karikatürleri bir kitap haline getirdiğimizde de buna çizgi roman diyoruz. Oysa "Watchmen", "Maus" gibi "roman" örnekleri varken "çizgi roman" tamlamasının bu çağrışımı yaratmaması gerekir. Farklı kavramlar...

I Killed Adolf Hitler işte o etkileyici, zekice yazılmış güzelce çizilmiş romanlardan biri. Bir sitede film uyarlaması olacağını okudum. Merak edip araştırdım: Jason isimli Norveçli çizerin ödüllü bir eseri olduğunu öğrendim.

I Killed Adolf Hitler oldukça kısa. İngilizcesi de çok basit. (Araştırmalarımın sonucuna göre henüz Türkçesi yok) Çizimler şahane. Basit güzeldir prensibini yansıtıyor ki bu çizerin özelliğiymiş zaten. 

Romandan bir sayfa
Konu ise şöyle: Dünyada kiralık katil olmak herhangi bir meslektir. Kahramanımız da kiralık katildir. Bir gün bir bilimadamı ofisine gelerek, Hitler'i öldürmesini ister. Bu iş için bilimadamının icat ettiği zaman makinesini kullanacaktır.

Açıkçası bu konu sayfalarca dolambaçlı şekilde anlatılabilecek bir konu. Fakat çizer bunu yapmamış, kısa ve öz, ilginç hikayesini sunmuş kaçmış. (Gereksiz taramalardan kaçınmış haha) Filmi şöyle Inception veya Watchmen gibi enteresan ve yenilikçi olsa tadından yenmez. Bu hayalle yaşayacağım.

Monday, February 20, 2012

Film: La piel que habito (The Skin I Live In)

Filmin -benim beğendiğim- bir posteri
Antonio Banderas gelmiş 51 yaşına... Almodóvar amcamız da artık yaş ve görüntü itibariyle kendisini Dr. Frankenstein rolüne uygun görmüş ve bu film ortaya çıkmış.

Film bir roman uyarlaması... Romanlar olmasa sinemacılar ilhamsız mı kalacak? Yoksa tüm sanat dalları içiçe geçtiği için mi hikaye anlatımı böyle şekilden şekle giriyor? Bu aralar bu soruların cevaplarını arıyorum çünkü kitapları okuyup filmleri izlemek benim için bir yarış halini aldı, daha fazla yorulmadan bu yarışı bırakmalıyım. Fakat kendime engel olamıyorum.

Filmin uyarlandığı kitap Thierry Jonquet isimli yazarın, ismi Tarantula. Ancak kitabın konu özetine bakınca, filmden oldukça farklı olduğunu tahmin edebiliyoruz. 

Aslında konu itibariyle bu yıl !f İstanbul Kült filmler kategorisinde gösterilen Yüzü Olmayan Gözler filmine benziyor. Zaten İf'in sitesinde de Almodóvar'dan bir alıntı var:  

“Zamanın geçip gitmesi, ya da teknolojik ilerlemenin başını alıp gitmiş olması hiç önemli değil. Yüzü Olmayan Gözler, 51 yıl sonra hâlâ korku sinemasının nadide cevherlerinden biri.” Pedro Almodóvar (Yönetmen)
La piel que habito filmiyle ilgili duygularım karışık... Sevilesi ve şirin bir film değil, melodram yönü ağır basıyor, intikamla ilgili, kötülük ve öc alma duyguları ön planda. Estetik görüntüler bir sahne sonra yerini gerilime bırakıyor. İspanyolların - hatta Almodóvar'ın melodram film yapmadaki yeteneği beni şaşırtıyor, aynı konuyu başkası çekse dalga geçeriz! Filmi sonuna kadar "Ne olacak bakalım?" diyerek izliyoruz, şaşırtmayı da başarıyor, rahatsız etmeyi de... 

Sevgili Elena, seni çirkinleştirelim diye bu garip şeyi giydirdik hala güzelsin?!

İnsanın görüntüsü kendisiyle ilgili algısını ne kadar değiştirir sorusuna cevap aranmış. Farklı görünmeye başladığımız anda farklı hisseder miyiz? Veya içimizde "ben"liğimiz saklı kalır mı? Yazılabilecek her cümle süprizlerini kaçıracağı için tam olarak tartışamıyorum bile... İzlenebilir, üzerine düşünülebilir bir film. Yine de Almodóvar'ın önceki filmleri kadar beni sarsmadı.

  



Sunday, February 19, 2012

Gösteri: Kuğu Gölü Balesi

Tchaikovsky veya daha kolayı Çaykovski, bu eseri bestelediğinde yıl 1875'miş. İlk olarak sahnelendiği tarih ise 1877. Tam yüzotuzbeş yıl sonra hala müziği zevkle dinliyoruz ve gösterilerine bilet alıyoruz. 

Tabii burada ufak bir sıkıntı var: 135 yıllık klasik bir eser ve 1500'lerden beri süregelen bale dansı birleşince, günümüz modern anlayışına uymayan bir durum ortaya çıkıyor. Bunu aşabilmek için dekorlarda farklılık, klasik eserin daha farklı kareografiyle oynanması gibi alternatifler var. Üstelik Kuğu Gölü balesini Adile Naşit'in Hisseli Harikalar Kumpanyası'ndaki haliyle bilen bizim nesil için bu bile yeterli olmayabilir.
Meşhur Sahne

Moskova Balesi, Tim Maslak Center'da 17-18-19 Şubat tarihlerinde Uyuyan Güzel ve Kuğu Gölü gisterilerin sergiledi. Ben Kuğu Gölü'nü izledim, hikayesini "sonu acıklı bitiyor" şeklinde biliyordum ancak bizim temsil mutlu sonla bitti. Sonra öğrendim ki birkaç farklı versiyonu olabiliyormuş.

Canlı müzikle daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum. Ancak yine de güzel bir gösteri izledim. Sadece dansçıların yeteneğine dayanan bir sunum olduğundan, dansçıları da takdir ettim. (Sıkıldıkça -önlerde oturduğum için- balerin arkadaşların kemiklerini falan saydım öyle öyle vakit geçti ne mutlu bana... Şaka şaka tamam)

Aşağıdaki bölüm başka bir topluluğun gösterisinden alınma. Yani kostüm ve dekor bundan farklıydı.

Saturday, February 18, 2012

Film: Project Nim

Nim




Project Nim, !f İstanbul 2012'de gösterilecek filmlerden biri. Ülkemizde 2009'da gösterilen belgesel Man On Wire'ın yönetmeninden. 

Bu amca Nim'i yıllar boyu bırakmayan bir arkadaşı olmuş :) (Şu anda amca tabii)
Project Nim, 1973'de başlayan bir bilimsel deney. Nim isimli şempanzeyi 2 haftalıkken annesinden ayırıp, dil öğrenip öğrenemeyeceğini anlamaya çalışıyorlar. İşaret dilini öğretmeye başlarken şempanze ile birebir ilişkide olan öğrenci ve asistanların duygusal bağ kurduklarını farkediyoruz. "Bilimsel araştırma" adına olaya biraz daha uzaktan bakan profesör ise duygusallıktan arınma adına bazen "taş kalpli" olabiliyor.

Hayvan hakları konusunda abartılı görüşler sergileyen filmlerden değil. Belirli bir mesafede kalıyor, kimsenin suçlandığı veya yüceltildiği yok. Bence her şey yerli yerinde. Bu nedenle kendimizle kalıp düşünme fırsatımız oluyor: Nim işaret dili öğrenen bebek şempanzeyken herkes ona hayran, çalışma iyi gidiyor, medya ilgisi var. Fakat çalışma bitip insanlara alışmış sosyal hayvan Nim'i herhangi bir kafese kapattıklarında kim dönüp arkasına  bakacak? Nim'in kobay hayvan olması tehlikesi başgösterene kadar bu soru bile çok ilgi çekmiyor.

Hayvanlar üzerinde yapılan "ilaçlı" deneylerin ciddiyetini algılamak çok daha kolay, böyle psikolojik bir deneyin kurbanı olan Nim'in hikayesi zor... Nim'i izlerken zaman zaman gözlerim doldu, bazen çok şirin olduğu için, bazen insanlar olarak kendi türümüzü korumak ve yüceltmek adına yaptığımız haksızlar için.

1970'lerdeki asistanların hippi tarzları, belgeseldeki amca ve teyze hallerini görünce çok şirin geldi bana.


Wednesday, February 15, 2012

Kitap: Mrs. Dalloway

Klasikleşmiş kitapları okurken, filmleri izlerken hep aynı sorunla karşılaşıyorum: Beklediğimi bulamıyorum.

Yine E-Kitap olarak okudum... Kırmızı Kedi'ye teşekkürler.

Virginia Woolf'un meşhur Mrs. Dalloway'inde de aynı şey oldu. Önceden okuduğum yorumların etkisiyle keskin hatlar çizdim. Fikirlerin kolayca anlaşılabilmesini beni hemen etkileyen bir kitap olmasını bekledim.

Ama olmadı. Kitabı 2-3 günde okudum, başlangıçta konuya dahil olamadım ve biraz sıkıldım ancak sonrasında merakla okudum. Sıradan bir günü, aşağı yukarı 12 saati anlatan bir kitap.

Virginia Woolf bu kitabı 1925'de yayınlamış. Hikaye Londra'da geçiyor, Clarissa Dalloway üst sınıftan, 50'li yaşlarında bir kadındır. Akşam bir parti düzenleyecektir. Gün boyunca iç konuşmalarını dinleriz, parti hazırlıklarını izleriz.

Yıllar önce The Hours'u izlediğimden beri bu kitabı okumak istiyordum. Hours'da Nicole Kidman, Woolf'u canlandırıyordu.

Kitapla ilgili biri yüksek lisans tezi de olmak üzere birkaç kaynaktan yazı okudum. Ancak halen bu araştırmalarda yazdıklarını kafamda belirli bir mantığa oturtamadım.
Kitapta gün boyu bize saatleri bildiren Kule: Big Ben

Ne yazık ki bu okuma deneyimi benim açımdan biraz başarısızdı. Kitaptan beklediğim kadar zevk alamadım.

Tuesday, February 14, 2012

Dizi: New Girl

New Girl Poster
New Girl benim çok sevdiğim 22 dakikalık komedi dizilerinden biri. Zamanım kısıtlıyken ve kafamı dağıtıp gülmek istediğimde bu dizilere koşuyorum. Ancak beni bazen yanıltabiliyorlar, mesela How I Met Your Mother artık beni güldürmüyor, genelde ağlatıyor. Neyse ki hala elimde Big Bang Theory var... New Girl ise bu saydıklarım kadar güçlü ve komik değil, sadece Zooey Deschanel üzerine kurulu bir komedi. Ve evet... Zooey'i sevmemek çok zor.
  
She&Him isimli grubunda şarkı söylerken, kocaman mavi gözlerini açıp kameraya bakarken, ne yazık ki sürekli aynı rolü yaparken, Katy Perry'nin iyi aile kızı ikizi olarak dolaşırken onu sevmemeye çalışıyoruz, fakat olmuyor, olamıyor.

Zooey bu dizide Jess isimli bir öğretmeni canlandırıyor. Zaten bu karakterin avukat olmasını falan bekleyemiyoruz. Öğretmen olmak için yaratılmış. Üç erkekle aynı evi paylaşan Jess, tuhaf, çocuksu ve komik. İlk bölümlerde Jess daha komik, dizi daha rezaletken, sonraki bölümlerde Jess daha "güzel kız", dizi daha komik hale geliyor. İleride ne olur bilmiyorum ama şimdilik fena değil. Bu hafta itibariyle henüz 12. bölümü yayınlandı. 

Zooey Deschanel ile ilgili olarak... Aslında tam Tumblr kızı. (bunun tanımı için sizi google'a alıyoruz...) Gavurlar bu kızlara Manic Pixie Dream Girl de diyorlar. Gerçekten hayran mı olalım yoksa tokat atıp kendine gelmesini mi isteyelim bilemiyorum. Bazen sinir olsam da Zooey'ye sevgim büyük. Hatta dizide taktığı gözlükleri bile buldum: Oliver Peoples marka. (Yok, ben aynısından bizim mahalledeki gözlükçüden aldım, yani online alışveriş de bir yere kadar)

Gözlük!!
Aslında yazıyı yazma amacım son yayınladıkları klibi paylaşmaktı. Klip interaktif! Bu linkten izleyebilirsiniz. Klibi izlerken bir sonraki sahneye karar veriyorsunuz, ekrana gelen öneriye tıklayarak. Böylece hangi dansı yapacaklarına vs karar verebiliyorsunuz. Çok güzel fikir.

Bu arada Zooey'ye sinir olanlar Hey With Zooey diye dalga geçmece videolara başlamışlar. Diziyi izleyip, sonra bu videoları izleyince Zooey ve onun gibi kızlara tokat atmak istiyoruz gerçekten. Ama çok komik :-)))

Sunday, February 12, 2012

Kitap: Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı

Alain De Botton merak ettiğim bir isimdi. Felsefeyi popülerleştiren isimlerden biri. Röportajları ve internette bulduğum videoları (konferans tarzı yerlerden alınma) çok hoşuma gitmişti. Babam bana "Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı" kitabını hediye edince, aradığım fırsatı bulmuş oldum ve okumaya başladım...

Fakaaatt... Başladım ama sonuçlandıramadım bu okuma eylemini. Okuyorum okuyorum bitmiyor!!! Attım bir kenara. Arada başka şeyler okudum. Hep başucumda durdu bu kitap. Geri döndüm, zorladım kendimi.

Kitap... Ve onun yerine okumanızı tavsiye edeceğim Oriflame Katoloğu!
Olmuyor, olamıyor. Ne desem bilmiyorum, böyle kestirip atmak istemezdim ama... Gerçekten gereksiz bir kitap. Sayfalara yazık emeğe yazık.

Böyle silip atmamın nedeni şu: Yazar iş hayatını incelemek istemiş. Muhasebeci, bisküvi fabrikasında çalışanlar, füze üretip yerleştirenler... Bunun gibi normalde roman kahramanı olmayan, insanların sıkıcı bulduğu meslek gruplarına yönelmiş. Beni düşündürmesini ve "tam üzerine bastın, ne güzel gözlem" dedirtmesini bekledim. Bundan önceki işim bir çelik fabrikasında mali işler departmanındaydı, şimdi de plaza tarzı steril ortamda finans departmanındayım. Bildiğim sularda yüzüyor. Ama gerçekten sıkıcı!!! Bunları merak eden bir sanatçı veya ofis-üretim sektöründen uzak birisi için ilginç olmasını anlıyorum. Ancak yeni bir şey kesinlikle söylemiyor. Yıllardır bildiğimiz gözlemler. Ben ilk staj yaptığımız yazın sonunda arkadaşlarımla Nevizade'de aynı cümleleri kurup aynı tesbitleri yaptığımızı hatırlıyorum.

Bana bir şey katmadı ne yazık ki. Diğer kitaplarını deneyeceğim. Aşk ve evlilik üzerine mesela. Fazla bilmediğim bir konu olursa ilginç gelebilir?

Bu arada adamın bu kitapla ilgili verdiği röportajın videosu çok daha ilginç ve güzel. Kitap yazacağına DVD yayınlasaymış??!!

İngilizce bilenler için video bu linkte...



Thursday, February 09, 2012

Film: Tinker, Tailor, Soldier, Spy

Film Posteri

Ülkemizde kısaca Köstebek ismiyle gösterilen bu filmin adı bir İngiliz tekerlemesinden geliyor:
"Tinker tailor soldier sailor rich man poor man beggar man thief" diye devam eden bir tekerleme. Orijinal senaryolar ne zaman bizi etkileyen filmlere dönüşebilecek? Veya ne zaman yapımcılar roman uyarlamalarını "garantili" olarak görmeyip orijinal senaryolara dönecek? Bunu bana bu filmin de uyarlama olması düşündürdü.
Sherlock Naber?

John le Carré isimli yazarın romanından uyarlama bu film de... John Amca 80 yaşında, gençliğinde romanında anlattığına benzer ajanlık işleri yapmış. Sonrasında romanlarını yazmaya başlamış. Romanlar James Bond'un zıddı; gerçekçi olma arzusunda, soğuk ve politik akıl oyunlarını ön plana alıyor.

İlk "Tinker, Tailor, Soldier, Spy" uyarlamasını -sakın şaşırmayın- BBC dizi film olarak yapmış, 1979'da. Bu film versiyonun yönetmesi ise Tomas Alfredson. (Let The Right One In filminin de yönetmeni)

Filmin en büyük kozu Gary Oldman... Zaten Gary Oldman, Kathy Burke, John Hurt ve Colin Firth olmasa bu İngilizler harap olur herhalde. Bir sürü tanıdık oyuncu var, örneğin Toby Jones, Infamous'dan sonra bir yerde daha izlemiş oldum... Gary Oldman yanına bir diğer BBC sever Sherlock oyuncusu Benedict Cumberbatch'i çömez olarak almış, içerdeki düşman'ı bulmaya çalışıyor.
Bu gözlüğün benzerinden aldığım için çok mesudum

Daha önce izlediğimiz casus filmlerinden daha durağan, fazla şaşırtmayan fazla heyecanlandırmayan ama sonuna kadar kendini izleten bir film. Tabii ki Gary Oldman'a hayran olmamak elde değil. Ayrıca filmin ufak da olsa bir kısmı İstanbul'da geçiyor. İstanbul sahnelerinde Tom Hardy'yi görmek ve bir cümle de olsa Türkçe konuştuğunu duymak hoş sürpriz.

Sırf Pierce Brosnan'dan hoşlanmamam nedeniyle izlemediğim film The Tailor of Panama (Panama Terzisi) filminin de aynı yazarın bir kitabından uyarlama olduğunu öğrendim, belki bir ara ona da zaman ayırırım. Fakat soğuk İngilizlerin soğuk casus filmlerindense, sıcak roman sayfalarında kaybolmayı tercih ederim.

Wednesday, February 08, 2012

Film: A Dangerous Method


Filmin posterlerinden biri


1900'lerin başında yaşayan, "kadın"ın birey olarak kendini ispatlamasında emeği geçen çok az kişinin adı bugün anılıyor. Bunlardan biri de Sabina Spielrein. Psikiyatri dalında uzmanlaşmış, analist olmuş. Jung'un, Freud methodlarıyla tedavi ettiği ilk hastası, aynı zamanda 5 yıl boyunca ilişkisini sürdürdüğü metresi.

Sabina Spielrein


Film bu ilişkiyle başlıyor. Sabina rolünde Keira Knightley var. Önceleri "gerçekten deli" diye düşünmemize neden oluyorlar, özellikle abartılı oyunculuk nedeniyle nevrotik bir kadın izliyoruz. Fakat Jung'un uyguladığı konuşma terapisi ile "iyileştikten" sonra Jung'un asistanı bile oluyor. Jung hastalarıyla ilişkiye girmeyi kesinlikle kural dışı bulan, mükemmel kişi havasından kurtuluyor, film boyunca Jung'a gittikçe daha çok sinir oluyoruz. (Michael Fassbender oynamasaydı belki nefret bile ederdim ama mavi gözlerinden sen suçlusun Michael)
Bu arada Freud devreye giriyor. Freud, Jung'un çalışmalarını beğenen, onu kendi açtığı alanı genişletecek bir insan olarak gören bilimadamı pozlarında. Ancak Freud, kendi fikirlerinden fazlasıyla emin, zaman zaman ukala, ayrıca otoritesinin sarsılması korkusuyla antipatik olmaktan çekinmiyor. Bu rolde de Viggo Mortensen var ki yönetmen David Cronenberg'in önceki filmlerinde de oynamıştı.

Filmi uzun zamandır izlemek istiyordum; Filmekimi'nde kaçırdığım için çok üzülmüştüm, vizyonda da yakalayamamıştım. Ancak filmi biraz kopuk buldum. Bir kitap uyarlaması olduğu için veya Jung/Freud çekişmesini keskinleştirebilmek için, "olsa da olur olmasa da olur" sahneleri izliyoruz. Jung'un başlangıçtaki sevimliliği nasıl histeriye dönüşüyor ve neden/nasıl Freud'un "bilimdışı" kabul ettiği metafizik olaylara kendini kaptırıyor bunları yeterince göremiyoruz.
Freud ve Jung'un çalışmalarına ve hayat hikayelerini önceden biraz  biliyorsanız film daha anlamlı geliyor.

Dönem filmi olarak havası çok güzel, oyuncular iyi, özellikle kadınların giydiği giysiler harika. Beyaz işlemeli bluzlar o kadar güzeldi ki, bu tarz el işlerini yapabilsem, hemen bir beyaz gömlek alır keser biçer danteller ekler Keira'nın bluzlarından kendime yapardım.

Ancak anlattığı şeyler konusunda biraz sıkıntı var... Yine Sabina gibi bir bilimkadınını bize hatırlattığı için teşekkür ediyorum kendilerine... (Aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi olduğu için Sabina'yı ve çocuklarını öldüren Alman askerlerini de buradan bir kez daha kınıyorum :P)

Not: Gerçekte Jung bu kadar yakışıklı olsa harem kurardı herhalde ama üzgünüm sadece eşi ve metresiyle kalabilmiş. Bu linkte de Jung ve Freud'un birlikte Türk Hamamı pozları var...

Keira ve güzel bluzlarından biri


Tuesday, February 07, 2012

Dizi: Great Expectations (Büyük Umutlar)

Büyük Umutlar Afiş


Bugün Charles Dickens'ın 200. doğumgünü şerefine Google bir logo yapmış. Ben de bu vesileyle yeni izlediğim BBC uyarlaması Büyük Umutlar'dan bahsetmek istedim. Büyük Umutlar Yılbaşı spesyalitesi olarak yayınlanmış, 3 bölümlük bir mini dizi. Her bölüm 1 saate yakın.
Google Logosu- Charles Dickens


Bence bütün klasik roman uyarlamaları mini dizi olarak yapılmalı: Uzun uzun incelenmeli ve ayrıntılara girilmeli. Ayrıca sevgili TRT'den böyle bir hareket beklesek? Mesela Araba Sevdası veya Eylül'ü uyarlasalar? (Huzur da diyecektim ama o derinliği yakalayamayacaklarını düşünüyorum)
Tabii boşuna söylüyoruz...

Zavallı BBC, İngiliz yazarların yüce şahıslar olduklarını bir kez daha ispatlama derdiyle 3 yılda bir Jane Austen'ın var olan bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki romanını çevirip çevirip izletiyor. Piyasadaki Klasik İngiliz açlığını hala hissetmemiş olamazlar, baksanıza mini dizi Sherlock bile uzadı.

Bu arada BBC ne efsane bir TV kanalı değil mi? Gönül isterdi ki Ruslar da kendi klasiklerini çekip taarruza geçsin bunlardan da biz karlı çıkalım ama olmuyor işte, rakipsizler...

Büyük Umutlar'a dönersek... Büyük Umutlar aklımda Ethan Hawke ve Gwyneth Paltrow'un oynadığı uyarlamasıyla aklımda kalmış, kitabını okuma fırsatım da olmamış. ("Zaten filmi varken kitabına ne gerek var" diyenleri hatırladım şimdi)

Başrolde kare dudaklı bir genç arkadaşımız var. Bu arkadaş (İsmi Pip) kadın fettanlığının olabilecek tüm zerreciklerini bünyesinde toplamış Estella kıza aşık olur. Çocukluk hayranlığı olarak başlayan aşk, reşit olmasına yaklaştıkça hayatla ilgili hedeflerini ve hayallerini de biçimlendirir.
Estella evlatlıktır, onu evlat edinen zengin sosyetik kadın histerik bir delidir. Bu deli kadın rolünde Gillian Anderson var. Kendisini sevmememe rağmen bu rolde çok başarılı olduğu için biraz ısınır gibi oldum.
Pip: Douglas Booth- İngiliz KeremCem'i, gençkızların sevgilisi. Bir sonraki rolü Romeo olacak... (IMDB öyle diyor)

Gelecek yıl gösterime girecek film versiyonunda ise histerik kadın rolünde Helena Bonham-Carter olacakmış. Helena Teyzenin rolleri biraz karikatürize ettiğini düşünüyorum. Belki fazla Tim Burton filminde oynadığı için üzerine yapıştı bilmiyorum. (Bir başka rolde ise Ralph Fiennes olacakmış) Yine de film izlemeye değer olacak gibi.

Charles Dickens'ın kitaplarını okumayı çok istiyorum. Filmdeki karakterler ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmaması fikri beni etkiledi. Mini dizi de çok güzel; yaşa var ol BBC.

Sabitfikir.com'da yazdığına göre BBC bu yıl bir diğer Charles Dickens romanı olan Edwin Drood'un Gizemi'ni de çekecekmiş. (Jane Austen'dan onlar da bıktı anlaşılan) Heyecanla bekliyorum.

Monday, February 06, 2012

Kitap: Kış Günlüğü- Paul Auster

Kış Günlüğü ve Yeni Gözlüğüm
Paul Auster'ın okuduğum kitaplarını sevdim. Özellikle "Son Şeyler Ülkesinde"yi; en sevdiğim tür distopya olduğu için.

Şimdilerde başbakanımızla yaşadığı tartışma ve insanların Auster'ı yarış halinde ülkemize davet etmesiyle anılıyor. Son kitabı Kış Günlüğü bu olayların etkisiyle ikinci baskıyı yapmış, çok satanlar listesinde.
Zaten bundan önceki kitap Sunset Parkı da aynı şekilde çok satanlar listesine girmişti, yani zaten bir kitlesi vardı, şimdi bir de başbakanın istemeden yaptığı reklamın etkisiyle birleşti. Bugün gazetede okuduğuma göre milli gururumuz Orhan Pamuk araya girip Auster'ı Türkiye'ye getirmeye çalışacakmış.

Kış Günlüğü güzel. Yazar bu yıl 64 yaşında. İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika'sında doğmuş bir Yahudi, gençken Paris'te bir süre yaşamış, Soğuk Savaşı görmüş, öğrenci hareketlerini yaşamış, bu arada şiir yazmış, çeviri yapmış, üretmiş. İki evliliği ve iki çocuğu olmuş. İki eşi de yazar. İkinci eş Siri'ye olan aşkını sürekli yazmış. Gerçekten anlattığı kadar güzel bir kadın, Türkçe'de pek fazla okuyamadığımız (veya eşi kadar ünlü olmayan): Siri Hustvedt.

Benim bu kitapta en çok ilgimi çeken bölümler çocukluk ve gençlik dönemleriydi, yaşamadığım yıllarla ilgili izlenimleri okumak daha çok ilgimi çektiği için. Zaten Paul Amca'nın karısına olan sonsuz aşkı bazen can sıkıcı olabiliyor.

Kitapta hoşuma giden bir düşünce var; Paul Auster Kennedy öldürüldüğünde bir arkadaşıyla cenazeye gider. Tarihi bir olaya tanıklık etmek istemiştir. Gittiğinde şehirde bir matem havası olacağını ve herkesin saygıyla cenazeyi bekleyeceğini hayal etmektedir. Ancak tek gördüğü itişip kakışan, daha iyi görebilmek için ağaçlara çıkan ellerinde fotoğraf makineleri olan saygısız bir kalabalık olur. Yıllar geçtikten sonra bile bunu kimse itiraf etmemektedir, herkes cenazenin saygılı matem havasında geçtiğini söylemektedir.

Bu bana çok tanıdık geldi. Topluluklar çoğu zaman kendilerini bir şeye inandırıyorlar ve ona göre anılarını bile şekillendiriyorlar. Aslında hiç öyle hissedilmese de "Geçen yılbaşında Taksim'deki coşkulu kalabalık insanların dostça kucaklaşması harikaydı" fikrinin aşılanması yetiyor, herkes bir anda tacizleri ve soğuğu ve bunaltıcı insan sürüsünü unutup anılarına "coşkulu kalabalık" ekliyor.

Kitap sayesinde Paul Auster'in bazı romanlarındaki olayların, kendi hayatındaki hangi gerçeklere denk geldiğini de öğrenebiliyoruz.

Meraklıları için güzel bir kitap: Tabii ki Auster'dan beklediğimiz üzere farklı bir anlatım biçimi uygulamış. Yine de... Biyografi okumayı severim ancak otobiyografilere karşı önyargılarım sürüyor. Ne kadar dürüst olursa olsun, insan kendisine karşı hep başkalarına olduğundan daha iyi davranır.

Sunday, February 05, 2012

Tiyatro: Don Juan'ın Gecesi



Tiyatrodan pek anlamıyorum, tiyatroyu pek sevmiyorum. Ayrıca yeri gelmişken Kevin Spacey'nin oynadığı 3. Richard'ın bir kısmında uyukladığımı da itiraf edebilirim. (3 saat Şekspir ama benimki de can) Fakat... Sanat yapıtları ilgimi çeker ve gerçekten "iyi" olan "güzel" olan bir şeyi takdir edebildiğimi düşünürüm. Örneğin tiyatro ve sinema olmasaydı dizilerin ne kadar berbat olduklarını farkedemezdik değil mi? O "istediğinde harika oyunculuk sergileyen " sanatçıların sadece ekrana yaşlı gözlerle bakıp donuk aşık rolü yapabildiklerini sanırdık (!)

Don Juan'ın Gecesi, Haluk Bilginer'in Oyun Atölyesi oyunlarından biri. Oyunun yazarı Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler'in de yazarı olan  Éric-Emmanuel Schmitt. Açıkçası Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler'i daha çok beğendiğimi hatırlıyorum, daha fazla ilgiyle takip etmiştim. 

Don Juan'ın Gecesi'nde bizi şaşırtmayan bir Haluk Bilginer var. Diğer oyuncular da iyi, bir sıkıntı yok... Fakat insanı hayran eden bir durum da yok. Şaşırtıcı ve yenilikçi akımları özlüyorum böyle oyunları izleyince. (Hani sahnede küfreden punk müzik çalan falan...) 

Tiyatronun - en azından bu tarz tiyatronun- böyle bir "seçkin eğlencesi" olmasına, dost ortamında "ahaha ben o oyunu gördüm şekerim ama Haluk Bilginer şu şu oyunda daha iyiydi" diyebilmek için 40 TL bilet parası verip o çok sıcak küçük salonda oturduğuma inanamıyorum bazen. Tabii her gittiğin oyun her izlediğin film ve her dinlediğin müzik şaheser olmak zorunda değil ve ancak böyle gelişirsin ama eğer biraz daha yaşlı olsaydım kaybettiğim zamana yanardım. Üstelik Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları inanılmaz ucuza birçok güzel oyun sahneliyorlar yani seçkinlik yaratacak bir durum da yok, sürüm var? (Bilet alamıyoruz hemen tükeniyor o ayrı bir durum)


Nette "Don Juan" aratınca Johnny Depp çıkıyor hahaha

İşin kötüsü... Zaaflarımı biliyorum: Biliyorum ki şu an provaları süren Şekspir oyunu Antonius ile Kleopatra'yı da sırf Zerrin Tekindor'u Kleopatra rolünde görebilmek için izleyeceğim. Yine salonun hep sıcak olduğunu unutup kalın giyineceğim. Yine online bilet alırken "yahu hemen de tükeniyor" geyiği yapacağım.

Kahretsin... Bu merak yerin dibine girsin. 

Belki o zamana kadar Vahşet Tanrıları'na bilet almayı başarırım böylece Zerrin Tekindor'u izlemiş olmanın iç rahatlığı ile Şekspirden yırtarım?

Don Juan'ın gecesi bir kısa öykü olsa ondan daha çok zevk alırdım, aslında konu ve fikir hoşuma gitti... :-(



Friday, February 03, 2012

İf İstanbul 2012: Film Listesi Bölüm 2

Magic Trip Poster
Magic Trip:
Fazla ilgimi çekmedi ancak denk gelirse izlemek isterim: Gugukkuşu'nun yazarı Ken Kesey ve arkadaşı Neal Cassady, 1964'de efsanevi bir yolculuğa çıkarlar. LSD, bohem insanlar, yazarlar, dönemin ruhu... Beat kuşağı meraklılarına... IMDB notu 6.0. Yolculuk boyunca çektikleri videoların çoğunlukla işe yaramaz olması ve ancak montajlanması ise tabii ki LSD'den...

La leggenda di Kaspar Hauser:
Vincent Gallo, UFO'lar, tuhaf bir festival filmi daha... Korsanı bulunabiliyor... Psikedelik müzik, gerçeküstü, tekinsiz, varoluşsal falan diyerek iyice neyle karşılaşacağımızı söylemişler ki boşuna filmi yarıda bırakıp salondan çıkmayalım.

Sumagurâ: Omae no mirai o erab / Kaçakçı:
Bana göre bir film değil. IMD notu 6.4, şu an korsan mecralarda bulunup izlenebiliyor. Uzakdoğu merakım yok, üzgünüm. Katsuhito Ishii yönetmen. "Japon mafyası için Ceset kaçakçılığı yapan gencim maceraları" Filmle ilgili “kült olmaya aday“ denilmiş ancak bu iddialı bir laf gibi? Çizgi roman uyarlaması olması hatrına izleyebilirim.

Koi no Tsumi:
Aslında ilgimi çekmemesine rağmen yönetmenin nefret üçlemesinin son filmi olduğu için buraya aldım. IMDB notu 7.1, korsan olarak da bulunabiliyor. Tuhaf ve müstehcen bir filmmiş... Yönetmen Shion Sono.



Interrupters Poster


The Interrupters:
IMDB notu 7.9! Korsan olarak izlenebilir. Chicago gettolarında geçen, şiddetle ilgili bir belgesel.


Afiş çok çirkin :-(((
50/50:
Seth Rogen isimli anlamsız isim var bu filmde de... Kanserle ilgili komedi-dram. IMDB notu 8.0, gösterime girmesi muhtemel. Çok ilgi çekmiş bir film. Gerçek hikayendenmiş. Başrolde Joseph Gordon-Levitt var. Festivalde izlemek için acele etmeyeceğim türden bir film.

Keyhole:
Film festivaline yakışır tuhaf bir film. Komedi ve siyah beyaz. IMDB notu 6.7

The Chemical Brothers: Dont Think:
Chemical Brothers'ın konseri... Ancak sıradan olmayan bir konser filmi olma iddiasında. Yönetmenin adı da Adam Smith'miş ne güzel tesadüf değil mi?

Beyond the Black Rainbow:
Gerilim! Bir hastanede hpis tutulan bir kız ve kedi fare oyunu. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi ve IMDB puanı 6.5. Henüz emin değilim ancak sanırım korsan mecralardan bulunabilir.

Bellflower:
Başlangıçta ilgimi çekmedi ancak zaten korsan olarak bulunabiliyor, göz atılabilir. IMDB notu 6.2. Renkleri ve görüntüleriyle ilgi çekebilecek bir filme benziyor.

Gravity Was Everywhere Back Then:
Tuhaf bir isim. Zaten 2010 yapımı filmi ancak 2012'de izleyebilmemiz de tuhaf değil mi? Karısını iyileştirebilmek için bir ev inşa eden adamın hikayesi. IMDB notu 6.5. İlginç gibi?

Nuit #1:
Bir gecelik ilişki üzerine bir film daha. Sevgili Dünyalılar, bir gecelik ilişkileri normalleştirdik, sanatsallaştırdık, filmlerini çektik, kitaplarını yazdık ve onu tükettik. Lütfen bu konuyu rahat bırakın artık? IMDB notu 6.8, Kanada filmi.

Gyakuten Saiban:
Japon filmi... Bir bilgisayar oyununu esas alıyor, “bilimkurguyla karışık mahkeme salonu filmi” denilmiş. Bana  IMDB notu 7.0. Biraz deli işi göründü kusura bakmasınlar

Seven Acts of Mercy:
Açıkçası özette Moldovyalı kaçak göçmen tamlamasını görünce filmden vazgeçtim. Zorlayıcı bir film olacağına neredeyse eminim. IMDB notu 6.1. İtalyan filmi.

Si Piu:
Çince bir filmi izlemek gerçekten zor. (Bence) Ekonomi ve para hakkında, açgözlülüğü gösteren bir film. IMDB’de farklı bir isimle buldum notu 7.2 idi. Bunu da Çince’nin azizliği olarak yorumladım.

Un amour de jeunesse:
Elveda İlk Aşk, ilk aşkın gerçekçi bir uyarlaması olarak özetlenmiş, Fransızların bu konudaki filmleri genelde güzel oluyor. Korsan mecralarda mevcut. IMDB notu 6.9.

Saya Zamurai:
Kılıçsız bir samuray gezintiye çıkıyor, shogun onu hapse attırıyor, kurtulmasının yolu ise shogunun oğlunu güldürmek. Binbirgece masalı gibi konu arkadaş bu ne absürdlük bu ne bohemlik? Samuray filmi olarak yenilikçi olduğunu tahmin ediyorum.

Thursday, February 02, 2012

Paul Auster Polemiği

Paul Auster Türkiye'de çok okunan bir yazar...dı... Şimdi daha da çok okunan yazar olur mu dersiniz?

Paul Amca

Haftasonu Hürriyet Gazetesi'nde bir röportajı vardı. Auster benim çok merak ettiğim soruya yanıt vermiş: Neden son kitabı Kış Günlüğü bütün dünyadan önce Türkiye'de yayınlandı? Bunun nedeni Can Yayınları'nın önce davranmasıymış. Bir diğer konu da Auster'ın Türkiye'ye gelmeyişiydi. "Çin'i ve Türkiye'yi protesto ediyorum" diyen yazar, hapisteki gazeteciler nedeniyle ülkemize gelmeyeceğini söylemiş.

Başbakanımız ise jet bir cevap verdi: "Gelmezsen gelme hıh!" diye özetlenebilecek bir konuşma yaptı. Bu konuşma neden kendisinin bu kadar çok oy aldığının bir özeti gibiydi bence... Türkiye'de seni en ufak kızdıran şeye "Amaaan ben de çok meraklıydım sana!" demek, uzanamadığı ciğere burun kıvırmak olağandır. Auster'a "cahil" demesi ise en bomba olan açıklamasıydı bence. Hatta tam söylediklerini yazayım da üslup anlaşılsın:

"Hah biz sana çok muhtaçtık. Niye gelmedin? Aman gel, ne olur gel. Gelsen ne olur gelmesen ne olur. Türkiye irtifa mı kaybeder? Kılıçdaroğlu da sahip çıkıyor. ‘Onun gördüğünü bazıları görmüyor’ diyor. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Bu yazar en son 2010'da İsrail'e gitmiş. Güya İsrail demokrat, laik, insan hak ve hürriyetlerinin sınırsız olduğu bir ülke. Sen ne cahil bir adamsın. İsrail tam bir din devleti. Gazze'de bombalar yağdıran bunlar değil mi? Bizdeki Kılıçdaroğlu görmezse onlar da görmez. Nasıl oluyorsa İsrail'deki hak ihlallerini görmüyor. Bu yılki yazarlar konferansına da Auster ile Kılıçdaroğlu birlikte gider."

Auster da boş durmadı cevabı yapıştırdı: 

“Başbakan İsrail’le ilgili ne düşünürse düşünsün, gerçek şu ki orada düşünce özgürlüğü var ve ne yazarlar ne de gazeteciler hapiste. Uluslararası PEN’den gelen rakamlara göre, Türkiye’de yaklaşık olarak 100 yazar hapiste. Davası dünyanın dört bir yanındaki PEN merkezleri tarafından yakından takip edilen Ragıp Zarakolu gibi bağımsız yayıncılardan bahsetmiyorum bile!
Bütün ülkeler kusurludur ve sayısız problemle sarılmıştır sayın Başbakan. Bu ülkelere sizin Türkiyeniz ve benim Amerikam da dahildir. Ama benim bu konuda değişmez görüşüm şudur: Ülkelerimizdeki, bütün ülkelerdeki yaşam şartlarını iyileştirmek için hapis korkusu ve sansür olmadan konuşma ve yayınlama özgürlüğü, bütün kadınlar ve bütün erkekler için kutsal bir haktır."

Dün akşam Facebook'taki Auster sayfasında hararetli tartışmalar vardı. Bir yanda "Paul Auster sana hayranız çok özür dileriz seni çok seviyoruz ne olur gel, bizde kalırsın, kebap yeriz" temalı yorumlar... Diğer yanda "Auster zaten Yahudi, önce Filistin'liler konusunda İsrail'e böyle konuşsun" diyenler...

Yaptığı açıklama bir kavga konusu olacak nitelikte değil ki? Bütün dünya hapisteki gazeteciler konusunda Türkiye için endişeleniyor. Duyarlı insanlar bizimle birlikte kızıyor, kendilerince yapabildikleri protestoyu yapıyor. Başbakanımız yine bizim halkın nabzına göre şerbet veren bir açıklama ile "Biz de sana meraklı değiliz sen kendine bak" diye açıklama yaptı ki belki de büyük bir yazarı adam yerine koyup böyle yankı uyandıran bir açıklama yaptığı için sevinmeliyiz. Çünkü halkımızın hoşuna giden bir cümle kurarken diğer ülkeler nezdinde sorunu kabul edip, çözmek için bir şey yapmayacağını ortaya koymuş oldu.

Auster'ın Yahudiliği ve İsrail ziyareti bence tamamen başka bir konu. Evet, Auster Yahudi, evet İsrail gazetecileri hapse atmıyor, ve evet İsrail pekçok konuda canice davranıyor. Ancak artık bu Yahudi Lobisi korkusunu aşma vakti gelmedi mi? Auster'a "İsrail'in hatalarıyla ilgili de aynı duyarlılıkta olmanızı bekleriz" gibi bir cümle kurmak yerine "Cahil adam, sen git İsrail'e" demek tuhaf olmuyor mu?

Wednesday, February 01, 2012

Film: The Artist

The Artist
The Artist filmi şu anda gösterimdeki en ilginç film. Birçok ödül aldı ve Oscar adayları içinde en şanslı filmlerden biri olarak gösteriliyor. Hatta filmin başrol oyuncuları Jean Dujardin ve Bérénice Bejo dışında, filmdeki küçük köpek bile en iyi oyuncu ödüllerine aday gösterildi.

Gösterime ardarda 3 boyutlu filmler girerken ve bizler koşarak teknolojiye yetişmeye çalışırken, nostaljik film Artist bir anda dikkatleri çekti. Hem de öyle az buz bir nostalji değil. Taa 1920'lere gidiyoruz, sessiz sinemaya... "Bu devirde sessiz sinema izlenir mi?" derken, üstelik teknik özellikler anlamında da döneme sadık kalınmışken, filmden memnun ayrılmamız bizi şaşırtabilir. Fakat dönem değişse bile insani duygular aynı, iyi oyunculuk ve müzikle birleşince ortaya "bayat bir nostalji" değil, "her devre uygun bir sanat yapıtı" çıkıyor.


Filmin en güzel birinci sahnesi

Filmin ilk bölümlerinde sessiz sinema döneminin en ünlü aktörü George Valentin (Jean Dujardin) ve köpeğini görüyoruz. Valentin ünlü, şımarık, mutlu ve zengindir. Kısa bir süre sonra ise film şirketleri "sesli sinema"ya geçiş yapar. (Şirket patronu rolünde ne zamandır izlediğim filmlerde görmediğim John Goodman var) Bu arada yeni bir yıldız olan ve eskiden beri platonik bir aşkla Valentin'i seven Peppy Miller (Bérénice Bejo) sesli filmler sayesinde parlar ve Valentin'i tahtından eder. Valentin sesli filmleri saçma bulmuş ve teknolojiye ayak uydurmamıştır, ayrıca hayat acımasızdır, Holivud daha da acımasızdır ve eskinin yerine kolayca yeniyi, genç olanı koyar.

Bu noktada ister istemez Hugo filmi akla geliyor, o film de sinemanın ilk dönemlerine uzanıyordu. Hugo daha görkemli bir film, ancak Artist'de basitliğin güzelliği söz konusu. Başarının büyük payı başroldeki oyuncularda...

Fakat... Her yıl böyle olaylar yaratan birkaç film çıkıyor. Oscar'ları silip süpürüyor vs. Ama birkaç yılda unutuluyor. Bu filmin de farklı olacağını düşünmüyorum. Güzel bir film, 2011'in en iyilerinden. Ancak bir efsane değil.
Filmin en güzel ikinci sahnesi: Tap Dance!!! Yihuuu

İf İstanbul 2012: Film Listesi Bölüm 1


“Dikkatimi çeken filmler” diye başladım ancak liste uzadıkça uzadı. Ben de neredeyse tüm if filmlerini bir iki cümleyle de olsa yazdım. İlk olarak en çok ilgimi çeken ve izlemeyi düşündüklerimi listeledim. Bulabildiklerimin IMDB notlarını da koydum ki bir fikir versin.

Filmlerin özetlerine İf İstanbul’un sitesinden bakarken ilginç kelimeler kullandıklarını gördüm. Yalnız Kafkaesk kelimesini kullanmamışlar, ona çok bozuldum, bir dahaki sefere grotesk ve psikedelikten sonra Kafkaesk de demelerini rica ediyorum. Örnek cümle: “Yönetmen varoluşçuluğun sınırlarında gezen aşkın tekinsiz hikayesini anlatırken, cinsellikle bezeli şiddeti gösterirken Kafkaesk bir ortam yaratmaktan çekinmemiş”



Mahşerin Dört Atlısı

Four Horsemen:
İlk seçtiğim film! Filmin ilgi çekmemesi mümkün mü?
Belgesel 23 düşünürü biraraya toplamış ve günümüz dünyasını tartışıyor: Bu düşünürlerin tam listesi bu linke mevcut.
Ancak birkaç isim vermem yeter de artar: Noam Chomsky, Joseph Stiglitz, John Perkins (Bir ekonomik tetikçinin itirafları kitabının yazarı)

"Bağımsız belgesel"ler her zaman ilgimi çeker. Four Horsemen’in ne kadar başarılı olduğunu bilemiyorum, bu isimler yeni bir şey söylecek mi ondan da emin değilim ama bence izlemeye değer. (Henüz IMDB notu yok ve hakkında bir yorum bulamadım)

Tahrir 2011: The Good, the Bad and the Politician:
Mısır'daki 2011 olaylarını anlatan bir belgesel. 3 bölümden oluşuyor, üç farklı yönetmen var. Mısır'daki olayları yeterince takip edemediğim ve tam anlayamadığım için işime yarayacak bir belgesel olacağını düşünüyorum. (IMDB notu: 6.2, görece düşük, ancak konu önemli, izlenebilir)

Take This Waltz:
Gerçekten ilgimi çeken filmlerden biri. Bu da korsan mecralarda bulunabiliyor ama büyük ihtimalle gösterime gireceği için telaşla if istanbul'a koşmanın alemi var mı bilemiyorum. Belki de Michelle Williams'ın güzel yüzü nedeniyle koşabiliriz emin olamıyorum. Filmde Seth Rogen hıyartosu da oynuyor (Pardon kendimi tutamadım) Sarah Silverman isimli sürekli belden aşağı Yahudi esprisi yapan stand-upçı abla da oynuyor. Ne yapmaya çalışmışlar sırf meraktan izleyeceğim herhalde. İki aşk arasında kalan kadın konseptli.

Gandu:
Gandu ahlak saldırısı filmi! Pornografik (tabii ki bu kısımlarda salonu terk edenler olmuş), küfürlü (Hindistan'da yasaklanmış) ve saldırgan. Hindistan'dan çıkan filmlerin hep danslı ahenkli neşeli oluşuna tokat gibi cevap. Rahatsız edici bir deneyim olacağına eminim, hatta filmi beğenmeyebilirim bile. Yine de ilginç ve denemeye değer? (IMDB notu 6.4)

Weekend:

Festivallerin olmazsa olmazı, gay aşkı filmi. IMDB notu 8.0! (Her seçtiğim festival listesinde mutlaka birkaç gay filmi olması arkadaşlarımla aramızda esprilere neden oluyor) Tek gecelik bir ilişkinin iki erkeğin aşkına dönüşme hikayesi. (Bunu da korsan bulmak mümkün sanırım)

Tatsumi:
Manga ustası Yoshihiro Tatsumi ile ilgili grafik-animasyon. (IMDB notu 7.1, festival dışında biraz zor izleriz gibi geldi bana?!) Filmin tema müziğini yönetmenin 13 yaşındaki oğlu bestelemiş. Mangada yeni bir tarz yaratan Tatsumi ile ilgili olduğundan izlemeyi çok istediğim bir film.

Babycall:
Aslında ilgimi çekmemesine rağmen Noomi Rapace oynuyor ve Norveç filmi diye listeye aldım. İskandinav ülkelerine özel bir ilgim var. IMDB notu 6.4 ve Noomi Rapace sayesinde ilgi çekmiş, korsanı bulunabiliyor. (Konu da fena değil, kocasının şiddetinden kaçan kadını anlatan psikolojik gerilim. "Norveç'teki kocalar da dövüyor" diye kendimizi rahatlatabiliriz)

Empire North:
Tamamen cep telefonuyla çekilen tuhaf bir film. Uydurma bir silahın yarattığı ilgi anlatılıyor. Danimarka filmi.

The Descendants:
IMDB notu 7.8. Başrolde George Clooney var, filmi duymayan kalmadı, yakında gösterime de girecek. Bir sürü ödül aldı. Fazla reklam yapmama gerek yok.

Hit So Hard:
Hole'un bateristi Patty Schemel'in hikayesi. Belgesel. Grunge, uyuşturucu ve lezbiyen bir baterist. Tam bana göre! Rock N Roll! IMDB notu 6.3.

If a Tree Falls: A Story of the Earth Liberation Front:
Belgesel... 2011 Sundance ödüllü, IMD notu 7.4. Aşırı uçlardaki çevrecilerin hikayesi. ELF isimli eko-terörist grupla ilgili.
Bence çok ilginç.

Finisterrae:
Matrak bir konu: Arafta kalmaktan sıkılan iki hayaletle ilgili yol filmi... İspanyol yapımı ve sadece 80 dakika. IMDB notu 6.4. Absürd ve ilginç olacağını düşünüyorum.

V Subbotu:
İçinden Çernobil geçen bir film olduğu için ilgimi çekti. Ancak IMDB notu sadece 5.2.

Sud Sanaeha:
Tayland filmi. Bunu listeye sadece yönetmenin isminden dolayı aldım: Apichatpong Weerasethakul. Hadi bakalım kim telaffuz edebilecek hahahaha.
Film Tayland'da cinsellik içeren sahneleri nedeniyle sansürlenmiş. IMDB notu 7.0. Aşk ve doğa konulu...

Project Nim:
Nim Projesi'nin yönetmeni Man on Wire (Teldeki Adam) ile aynı. IMDB notu 7.4 olan bu belgeselde Nim isimli bir şempazenin 1970'lerde, insanların arasına yerleştirilmesini ve insansı özellikleri artan bir şempanzenin hikayesi. Film şirketi BBC, belki festivalde kaçırsak da bir şekilde izleyebiliriz?

17 Filles:
17 kız, feminist bir amaçla hamile kalır... 2008'de yaşanan gerçek bir olaydan esinlenilmiş. IMDB notu 6.2. Ne kadar feminist bilemiyorum ama ilginç bir konu. Bunu da korsan izleyebiliriz, öyle mi yapsak?

Take Shelter:
Yaklaşan fırtına ve bir karı koca. Birçok olumlu eleştiri almış, değişik bir felaket filmi. İzlemek istiyorum. IMDB notu 7.9!

Dark Horse:
Eveet... Yönetmenin önceki işlerini bildiğimiz için direkt olarak listeye ekleyebileceğimiz bir film bu. Yönetmen Todd Solondz. Önceki filmleri Happiness, Welcome to the Dollhouse vs... Dark Horse'un IMDB notu 7.5. Yan rollerde Mia Farrow falan var, pek okuma gereği duymadım, Todd abiye güveniyorum.

Zenne:
Zaten şu an gösterimde ancak bir türlü vakit bulup gidemedim. :-( Ahmet Yıldız cinayeti ve eşcinselliği konu alan bu film birçok övgü ve ödül aldı. Türkiye'de çekilmesine alışkın olmadığımız ciddiyette bir film.
Zenne


Becoming Chaz:
Bunu da festival harici bir yerlerde izleyebiliriz sanırım. Aslında bu tür eşcinsellikle ilgili filmleri genelde izleyebiliyoruz çünkü sağolsunlar gey-lezbiyen toplulukları gönüllü olarak altyazı yayınlıyorlar.

Filme dönersek; Chaz, şarkıcı Sonny ve Cher'in kızı. Fakat erkek olmak istiyor. İzlemek için açıkfikirli olmak gereken bir belgesel. IMDB notu 6.4. Bu arada nette Cher'in konuyla ilgili verdiği röportajlar bulunabiliyor. Sevgili Cher, çocuğunun cinsel kimliği üzerinden reklam yapma!!11!! :-P
Chaz ve annesi Cher