Saturday, December 31, 2011

Kitap: Hunger Games (Açlık Oyunları)




Açlık Oyunları serisi distopik olması nedeniyle ilgimi çekmişti. Bir dönem "tüm distopyaları okumalıyım" şeklinde bir hedefim vardı. Bazılarına "umutsuzluk verici" görünse de, ben distopyaların içinde kaybolmayı çok seviyorum. (Bu kitap "gençlik" kitabı olsa da, oldukça doyurucu bir distopya)

Seri kitaplara başlarken en büyük kaygım, bir sonraki devam kitabının çıkış tarihi ile benim okuma hızımın örtüşmemesidir. Bu nedenle D&R'a uğradığım bir gün üç kitabı birden aldım. Okumaya başladığımda da, sosyal medyadaki tüm eleştirilere kulaklarımı tıkadım.

Başlangıçta basit bir ilkgençlik romanı olarak gördüğüm ve her zamanki macera romanlarının ayak izlerini takip edeceğini düşündüğüm kitap, sonlara doğru heyecan içinde bıraktı. Zaman zaman gözlerim doldu, zaman zaman heyecanla "Acaba ne olacak?" dedim.
Şaşırtıcı manevralarla gözümün önünde çok çok sevdiğim bir hikaye şekillendi. Sonrasında eleştirileri okuduğumda, bazı noktalara hak verdim. Ancak bende genel olarak bıraktığı izlenim çok hoş olduğundan, olumsuz cümleleri düşünmeden sildim kafamdan.

Bu kitabın filmlerinin de çekildiğini duyunca, film oburu yönüm de devreye girdi. Fragmanı beklemeye başladım, kafamda olası oyuncu listeleri oluşturdum.

Oscar'daki haliyle Jennifer
Başroldeki kız Jennifer Lawrence, Winter's Bone ile dikkat çekmişti, sonrasında da Oscar'da giydiği seksi kırmızı elbise ile sürekli fotoğrafı paylaşılan birisi haline gelmişti. X-Men First Class'ta da izlediğimde gördüm ki, Hunger Games serisinde hiç sırıtmayacak, hatta belki de çok başarılı olacak. 

Kitap uyarlamalarının filmleri her zaman parlak olmuyor malum, ancak ümidim güzel bir uyarlama olması yönünde. Filmi (filmleri) sabırsızlıkla bekliyorum. Kitapları da tavsiye ediyorum. Filmin fragmanı linkte gizli...
Kitapta adı geçen "Alaycı Kuş"... Yukarıdakine benziyor mu?

Wednesday, December 28, 2011

Kitap: Just Kids (Çoluk Çocuk)

Kitabım ve gözlüğüm


Rock müzik dinlemeye başladığımdan beri rock müzik tarihini de araştırırım. Bir dönem özellikle trajik ölümler, uyuşturucu kullanımları ve efsanevi diyaloglar gibi magazinsel şeyler ilgimi çekiyordu. Kurt Cobain'in kısa yaşam hikayesi ve şarkı sözleri beni etkiliyordu.
Daha gerilere gidip rock'ı "icat edenler"i incelediğimde ise, bunu bir ödev mecburiyetiyle yaptığımı farkettim. Aslında... İtiraf etmek gerekirse çoğu zaman dönemin müzik anlayışı bana uymuyordu. Sadece "klasik" denildiği için dinlemek zorunda hissediyordum kendimi. Tıpkı "klasik romanlar her zaman iyi midir?" tartışması gibi, "klasikleşmiş şarkılar gerçekten iyi midir, her zaman onlara bayılmak zorunda mıyım?" diye soruyordum kendime.

Patti Smith bu araştırmalarımda karşıma ilk çıkan isimlerden biriydi. Özellikle "kadın rockçı" olarak kitleleri etkileyen az sayıdaki isimden biri! Ayrıca Because The Night şarkısını bilmeyen de yoktur herhalde.

Geçen yıl Patti Smith kitap yazdı denildiğinde şaşırmıştım. Çok ilgi çektiğini ve gerçekten "iyi" olduğunu duyduğumda daha da çok şaşırmıştım. Çünkü bu tip bir rock stardan yeraltı edebiyatına yakışan, herkesin ilgisini çekmeyecek, belirli kitlelere hitap eden eser bekledim. (beat tarzı mesela... ne kadar önyargılıyım!)
Hatta aslında savaş karşıtı görüşleri olduğu için takdir ettiğim bu kadından sğumaktan korkmuştum.

Ancak Patti Smith'i araştırıp, hayatını okuyunca, aslında başından beri şair olmaya çalıştığını, resim yaptığını, küçük yaştan beri sanatla beslendiğini öğrenince, "tamam" dedim, "demek bu nedenle doyurucu bir kitap oraya çıkmış"

Patti ve Robert genç ve mutluyken
Kitap anı türünde. 20 yaşındayken tanıştığı Robert Mapplethorpe'in hayatındaki etkisini başrole almış, anlatıyor. Birlikte yaşadıkları ve ürettikleri dönemleri, ayrı kaldıkları ama birbirlerine olan sevgilerinin bitmediği dönemleri, her şeyi yazmış...

Kayıp bir "rockçı" kitabı olarak görülmemesi gereken, edebi yönüyle de ilgi çekici bir kitap. Herkesin etkileneceği bölümler olduğunu düşünüyorum. 

Bir diğer bilgi de Patti'nin bu kitabı filme uyarlamak istemesi. Filmi de heyecanla bekler, soundtrack'ini de keyifle dinlerim eminim... :-)

Film: X-Men First Class


2011'in en iyi filmleri listeleri yayınlanmaya devam ederken, ben de şaşkınlıkla farkettim ki bu listelere X-Men First Class'ın da alındığı olmuş. Şaşırmamın nedeni bu tarz listelere daha çok "Holivud dışı" filmlerin alınması, bu tarz çizgi roman uyarlamalarının sanatsal listelerde kendilerine yer bulamaması.

Çizgi roman uyarlaması, fantastik, bilim-kurgu vs... İlgimi çeken ve hayal gücümü tetikleyen konular. X-Men'i de özel olarak severim. Bu kez filmde çok sevdiğim Kevin Bacon kötü adam rolünde. Sonra aslında hiç ısınamadığım James McAvoy var. Kendisi oldukça yerden bitme bir iyi aile çocuğuna benziyor. Güzel kadın kontenjanındakileri saymıyorum hiç içimden gelmedi... Çünkü favorim Michael Fassbender varken onlardan bahsetmek istemiyorum.
Buradan bir kez daha Michael'a sesleniyorum: Michael, Almanlık ne güzel şey! (Gerçi Irlandalılık da varmış bu Maykıl'da ama olsun)


Film biraz uzun, sonlara doğru biraz sıkıldım ama bunda evde izlememin de etkisi olabilir. James arkadaşımız Profesör X rolünde, zaman zaman elini şakağına koyup düşünüyor. Bu bence biraz komik bir poz...


"Şu an inanılmaz yoğunlaştım. Hmmmmm... Telepatım ben!!!!11!!"


Magneto rolünde Michael Fassbender var, kötü adam nasıl doğuyor bunu görüyoruz. "Fakat kendisi özünde iyi bir insan. Sor ama bak neden kötü oldu??!!!" tarzı yaklaşımlarla filmde hem metalleri hem de kadınları kendine çekiyor.
Sevgili Michael... Neyse sana bir şey demiyorum.

Son olarak, bu tip filmlerin vazgeçilmezi, tırt poster... Bütün karakterleri gösterelim de şanımız yürüsün mottosuyla hazırlanmış...

Filmin bir diğer ilginç yönü günümüzde değil, geçmişte geçmesi. Giyim, saç tarzı ve dekorasyonla bizde bunu yansıtmışlar. Teknolojik anlamda fazla nostaljik olamıyor zira zaten mutantların olduğu bir çizgi roman söz konusu.

Güzel vakit geçirmek için ideal bir film. Ama 2011'in en iyileri listeme almam... Türünün en iyilerinden diyebiliriz herhalde.

Tuesday, December 27, 2011

Marvel Intro

Bu girişi her gördüğümde heyecanlanıyorum :-)

Monday, December 26, 2011

Film Ekimi Liste Hedefi



Film Ekimi yıllardır takip ettiğim bir festival. 


Beni en çok heyecanlandıran şeylerin başında burada açıklanan programlar geliyor. Seçimlerine oldukça güveniyorum. 
Bu nedenle festival sırasında kaçırdığım filmleri de sonradan izlemeye çalışıyorum. Zaten aslında Film Ekimi genele hitap eden filmleri seçiyor, bol ödüllü, ancak anlaması zor olmayan, sanatsal ağırlıkla basit izleyiciyi birleştiren filmler oluyor. (Aynı şeyi if İstanbul için söyleyemem, çünkü adı üzerinde "bağımsız filmler festivali" ve bu nedenle daha kısıtlı bir kitleye hitap eden filmler seçebiliyorlar)

Son yıllarda, çalıştığım için, sadece haftasonu seanslarına bilet alabiliyorum. Bu durum hem zaman kısıtı yaratıyor, hem de maddi olarak güç duruma düşmeme neden oluyor.

Film Ekimi 2011'de festival sırasında yalnızca 2 filme gidebildim: Melankolia ve Salgın.


Her iki filmde de çok beğendiğim oyuncular yer aldığı için, yönetmenlerini bilmesem de izlemek isteyebilirdim. Ancak yönetmenlerini de duyunca koşarak gittim. 

Melankolia'da beklediğimi bulabildiğimi söyleyemem. Lars von Trier'in tuhaf filmlerini severim ancak ben suratımıza tokat attığı, sarstığı ve üzdüğü filmleri daha çok seviyorum. Bu kez daha çok düşündürmüş, toplum eleştirisinden çok biraz daha özele, insan ruhuna yönelik bir bakış açısı vardı.

Salgın ise, klasik felaket senaryosu gibi ilerliyor ancak bu tip filmlere değişik bir bakış açısı getiriyor. Daha soğukkanlı ve korkutuculuğa kaçmadan gerçek bir felakette neler yapabileceğimizi bize düşündürüyor. (Yeri gelmişken aynı yönetmenin-Steven Soderbergh- bir önceki filmi The Informant'ı da tavisye ederim, biraz kıyıda köşede kalmış ancak güzel bir filmdi)


Şimdi internet sitesinden filmlerin listesini aldım ve göremediklerimi de izlemeye başladım. 

Programda toplam 39 film vardı, tabii bunlardan yalnızca ilgimi çekenleri ve elime geçenleri izleyebileceğim.


Kafamdaki liste aşağıdaki gibiydi: (Üstünü çizdiğim iki filmi şimdiden izledim)



Bunları izledikçe haklarında bir şeyler yazmayı düşünüyorum.
Şimdilik plan halindeyim :-)



Saturday, December 24, 2011

Film: Hugo



Martin Scorsese Amcanın son filmi Hugo'yu tabii ki merakla bekliyordum. Yönetmenin çektiği ilk 3 boyutlu film olması merakımı arttırmıştı, ancak bir çocuk kitabı uyarlaması olduğunu öğrenince biraz çekimser kalmıştım. Hele tren istasyonunda geçen bir film?! "Yoksa yeni bir Polar Express mi?!"  demiştim kendi kendime. Fakat izleyince gördüm ki, Hugo bunların çok çok dışındaydı.

Öncelikle kitabı okumamış olmanın ufak kırgınlığını yaşıyorum, önce kitapları okumayı, filmleri arkasından izlemeyi severim. Bu kez bunu yapamadım. Bu nedenle kitapla ilgili bir yorumum yok. 3 boyut konusunda ne kadar yol alındığını zaten biliyoruz, bu konuda pek çok yazı çıktı, Avatar çılgınlığından beri bu 3. boyut konusu şaşırtmıyordu. Ancak Hugo'nun kovalama sahneleri ve kalabalık tren sahneleri Avatar'dan çok daha görkemli. 3 boyutun nimetlerini birkaç kez hayranlıkla gözlemleyebiliyoruz.

Konuya gelince, bu bir dönem filmi. 1930'larda Paris'te tren istasyonunda yaşayan şirin yetim Hugo, artık sinemadan elini eteğini çekmiş Georges Melies ile karşılaşır. Olaylar gelişir... Tam bir aile filmi olarak düşünülmüş, negatif olan her şey tatlıya bağlanıyor, kötü adamın bile yumuşadığı bir an var, hatta sor bakalım neden kötü? Her şeyin bir nedeni var canım! Kötü adam rolünde yıllardır adam yerine koymadığımız Sacha Baron Cohen "Ben sadece Borat değilim!! Daha fazlasıyım" diye bağırıyor adeta. Jude Law ufak bir rolde kalbimizi ısıtıyor. Ben Kingsley'in Sir oluşunu sürekli vurguladığını ve aşırı disiplinli biraz gıcık bir adam olduğunu duyduğumdan beri kendisinden soğudum, fakat buna rağmen George Melies rolünde kendisini takdir etmemek mümkün değil. Son olarak Hugo ve George'nin evlatlık kızını oynayan, aşağıda fotoğrafları görünen çocuklar... Her şey harika, uzun bir film olmasına rağmen kolay izleniyor. 


Filmi izlemeden önce, en üste koyduğum ünlü film karesini biliyordum. Ancak bunun Georges Melies'in filmi olduğunu ve kendisinin hikayesini bilmiyordum. Bu film kurmaca olsa da, ilgiyi bu yönetmene çektiği için bana yeni bir şeyler öğrettiği veya merakımı uyandırdığı için mutluyum. Sadece sinema-TV öğrencilerinin ilgisini çekebilecek bir konuyken, insanın macerasını özetliyor ve hayalperest sinema severleri de  kendine çekiyor. Filmde eski sessiz filmlerin çekimlerini gösteriyor, yeniden yorumluyor. Bu nedenle merak edip o sessiz filmleri izlemek istedim. Hugo'daki yeniden yorumdan sonra aslını izlemek gerçekten güzeldi; Burada...

Martin Scorsese bu filmde "ilk sessiz filmden" geldiğimiz bu 3 Boyutlu noktaya olan harika yolculuğu, insanların hayal kurma ve üretme sevgisini, hayal gücünü özetlemek istemiş. Hani şu klişe laf tam da bu filme uyuyor: "Sinema sanatına ve ünlü yönetmenlere bir saygı duruşu niteliğinde"

Oscar konusunda başlarda ismi geçiyordu ancak şu an fazla şans tanınmıyor gibi, yine de ödül töreninde göreceğiz.

Son olarak filmdeki küçük kız Isabelle, nadir kullanılan sözcüklerle cümleler kuran kitap kurdu macera sever kız olarak bana kendi küçüklüğümü anımsattı. Çok sevdim onu!


Wednesday, December 21, 2011

Film: Dedemin İnsanları ve Çağan Irmak

Çağan Irmak konusunda arada kalmış durumdayım. İlk olarak Mustafa Hakkında Her Şey filmini izlemiştim. Tabii Mor ve Ötesi'nin harika müziğinin de etkisiyle, filmi baya beğenmiştim. Arkasından Babam ve Oğlum geldi, herkesi ağlattı bu film malum... Kollarımı açaydım da gitme diyeydim repliği hafızalara kazındı, halen esprileri yapılıyor... Issız Adam biraz abartılıydı, Karanlıktakiler ve Kabuslar Evi ise "izlenebilir ama mükemmel değil" kategorisindeydiler bana göre. Yine de diğer filmlerini izleme fırsatım olmasını isterim ki fikirlerimi tekrar gözden geçirebileyim. (Meraktan "Bana Old & Wise'ı Çal" isimli kısa filmini de izledim)

Bu geçen yıllarda Çağan Irmak hakkında "gay olduğu" söylentileri alıp başını gitti. Çoğu kişi başarılı olduğunu düşünüyor, çok fazla eleştiri yok. Adam zaten ortada yok, ne röportaj ne bir şey... TV'de de görünmüyor (En azından benim gördüğüm... Çok da TV izlemiyorum) Bu konuda bloglardan aldığımız haberleri geçelim, Oray Eğin eşcinsellikle ilgili bir yazı da yazmıştı. Açıkçası Çağan Irmak'ın filmlerinde beni rahatsız eden ama adını koyamadığım bir şey vardı. Bu yazıdan sonra bunu samimiyetsizlik olarak adlandırmaya karar verdim. 

Son film Dedemin İnsanları'nda adı konulmayan ama "bizim hoşgörülü toplumumuzun şirin mozayiği" şeklinde gösterilen bir gay çift var. Normalde bu adı konulmamışlığı filmin geçtiği dönemin şartlarına göre değerlendirip, beğenmem gerekirken, söz konusu Çağan Irmak olunca konu biraz havada kaldı. "Acaba artık açıkça bir şeyleri görebilecek miyiz?" şeklinde bir merak uyandı bende, çık dolaptan diye bağırasım geldi kendisine hatta gidip gay bloggerlarla bir olacağım yakında!!! Dürüstlük önemli benim için...

Bence Çağan Irmak kendi hayat hikayesinden yola çıkarak yazdığı hikayelerde, diğerlerinden daha başarılı. Bu nedenle Dedemin İnsanları filmini diğerlerinden daha çok beğendim. Çetin Tekindor için bir şey diyemiyorum, herkes hayran tamam ama bu teatral oyunculuk sinemada bazen rahatsız edici oluyor.  Gökçe Bahadır'ı beğendim, onun sadece TV'de ağlayan kız olduğunu sanıyordum, anlaşılan doğru role koyduklarında gayet iyi olabiliyor. Genel olarak Babam ve Oğlum'dan daha başarılı olduğunu düşünüyorum, zaten geçen zaman içerisinde kendisini geliştirmiş olmasını beklerdik değil mi? 

Dedemin İnsanları'nda birçok ayrıntı var. Bunlar biraz boğucu olmuş, tıkıştırılmış gibi, bazı ayrıntıları farketmek güzel olsa da... Ayrıca film çok uzun. Bunlar da eksi yanlar...

Kitap: Evrenden Torpilim Var- Klişesel Gelişim

Başarısız Hipotez Tanrı isimli kitabı henüz bitirememişken... Kendime olan sözümü kırdım ve yeni bir kitaba başladım: Evrenden Torpilim Var. Kendime olan sözüm ise şuydu: Aykut Oğut isimli bu yazarın linkte görebileceğiniz kitabını daha önce karıştırmışlığım vardı. (Kitabın kapağında bir ayna var ve ismini bilmiyorum) Biraz okudum bile diyebilirim. O zaman bu esprili dille yazılmış kişisel gelişim kitabının beni pek geliştirmeyeceğine karar vermiştim. Sonrasında kitabın sahibi oolan arkadaşım da okuyup bitiremeyince, demek isabet kaydettim demiştim kendi kendime. Şimdi ise... Övgülere ve bestseller cazibesine dayanamadım ve Evrenden Torpilim Var'ı okumaya başladım.

Kitap daha ilk bölümlerde "Fizikçiler son zamanlarda kuantum fiziği sayesinde evrenin enerjisini ve çekim gücünü ispatladılar" deniliyor. Oysa aynı anda okuduğum Başarısız Hipotez Tanrı kitabının yazarı bir fizikçi. O da "Kuantumu çekim gücü ve Tanrı inancı gibi şeylere bağlamaya çalışan safsatacılardan uzak durun" diyor. Bu durumda birbiriyle çelişen iki düşünceyi aynı anda anlamaya çalıştığımı düşünüyorum, biraz zorlanıyorum.

Aykut Oğut'un kitabı kolay okunuyor. Sürekli olarak "... diye düşünüyorsanız bu kitabı hemen bırakın! Atın gitsin" gibi iddialı lafları ve okura posta koyması... Bestseller olmayı zaten hedeflediğini hissettiren "fazla okumayanların ilgisini çekeyim sürekli espri yapayım" mantığı... Son olarak "şu da var ama onu sonra anlatacağım" şeklindeki Cem Yılmaz'ın hayatımıza soktuğu anlatım tarzı... Bunların toplamı bazen antipatik oluyor, bazen de normalde sıkıcı olan kişisel gelişim kitaplarının sıradanlığından kurtarıyor. En önemlisi, kişisel gelişimin Allahı diyebileceğimiz Amerikan yazarların tercümelerinden çok daha iyi bir alternatif.
Açıkçası çok övebileceğim bir kitap değil ancak merak ediyorsanız ve pozitif düşünme konusunda gaqza getirilmeniz gerekiyorsa okunması bir kazanç olabilir.

Evren ve çekim yasaları mevzularını kuantumla bağdaştırıp bilimsel bir zemine oturtmak için zorlamasak da, pozitif düşüncenin hem bize hem çevremizdeki insanlara çok iyi geldiği bir gerçek.
Örneğin sabah erken saatlerde kendimi iyi hissettiğimi, günün çok güzel olduğunu düşündüğümde, gün boyu sinirlenmiyorum. Sokakta yanımdan geçerken bana su sıçratan arabaya bakıp gülebiliyorum bile... 

Aykut Oğut'un belirttiği gibi bu düşünceyle kendime para ve mutluluk çekebilir miyim bilmiyorum, onu da ilerdeki sayfalarda göreceğiz.
(ileri sayfalar derken hayatımın ileriki sayfaları hahaha)

Tuesday, December 20, 2011

Sıkıntılı Kişilik

Galiba takıntılıyım... Bir hedefim olmazsa çıldırıyorum. Kendime ufak da olsa hedefler koymalıyım, bir "yapılacak işler" listem olmalı. Olduğunda da çıldırıyorum gerçi, bu kez sadece onları düşünüyorum. Rahatsız ediyorum kendimi.

Şimdi para biriktirmeye taktım kafamı. Mecburi giderlerim oluyor, çok da zorlamıyorum kendimi zaten. Ancak yine de başka şey düşünemiyorum! 

Bir de asker sevgilime onu mutlu edecek şirin mektuplar yazmaya taktım kafayı, ancak mektupların eline geçip geçmeyeceğinden emin olmadığım için buna da taktım kafamı! Ayrıca bir türlü bitiremediğim kitap karnıma ağrılar sokuyor.

Paraya taktım ya hani, ne düşünsem onunla bağdaştırıyorum. Birisi bir yere davet edince bile "Hayır demeliyim!!!" diyorum. Ama hayır da diyemiyorum yine tamam diyorum. Ayrıca yılbaşı diye insanlara hediyeler almak istiyorum. Bun için de kalbim ve beynim savaşa giriyor.

Kısacası ufakcık şeyleri büyütmekte üstüme yok...
Şu Paranın üzerinden gülümseyen Atatürk beni çok sinir ediyor şu an :-(( Bugün gittim piyango bileti aldım. Çok saf bir hayaldi.

Monday, December 19, 2011

Yeni Yıl Dilekleri- Mim

Aslında Yeni Yıl için kendime koyduğum hedefleri daha önceki bir yazıda paylaşmıştım. Gerçi buna eklemeler yapmayı da düşünmüyor değildim... Mim de gelince... Bana tekrar yeni yıl istekleri listesi yapmak kaldı.

Benim ilk listem biraz daha mantıklıydı, hedef odaklıydı. Bu kez dileklerimi de yazıyorum:
1-Yeni yılda zam alayım, ikramiye alayım!
2-Bu paralarla süper tatillere gideyim. Mesela Kaş'a veya yurtdışına.
3-Saçlarım uzun kepeksiz ve de sağlıklı olsun lütfen!
4-Etrafımda pozitif insanlar olsun. "Naber?" dediğinde gülümseyerek cevap vermek yerine "İşte hayattayız ne yapalım, yaşıyoruz" diyerek beni hayattan soğutmasınlar
5-Kuzenim üniversite sınavında ilk 100'e girsin!! :-)
6-Yeni yılda şu lanet olası god damn fuckin iğrenç yüksek lisans bitsin. SMMM Staj başlatma sınavını da geçeyim.
7-Araba hediye etse birisi bana mesela??!! Ben almak istemiyorum ya çok pahalı :-)))
8-Çok fit ve de selülitsiz olayım! (Bunun için çaba gerekiyor biliyorum... Keşke selülitsizlik hapı olsaydı)
9-Dünya barışı olsun!!! Tamam abarttım... En azından terör olayları olmasın, kalabalık bir yerde bomba korkusu yaşamayalım artık :-( Gereksiz şiddetten vazgeçsin insanlar, yol vermeme yüzünden trafikte bıçaklanmasınlar mesela.
10-Artık bu kadar çok uykuya ihtiyaç duymayayım.
11-Her gün mutlaka kahkaha atabilecek bir şey bulayım.
12-Kimseye itiraf etmediğim o gizli dileğim gerçek olsun. (Sır!)

Ben de http://cafeyasam.blogspot.com/ blogunun sahibesi Dejawu'yu mimlemek istiyorum. Çünkü kendisi beni blog açma konusunda teşvik etti ve zaman zaman sohbet etme imkanım oluyor. 
Sevgiler, Mutlu Yıllar :-) 

Saturday, December 17, 2011

Film: Crazy Stupid Love


Crazy Stupid Love isimli filmi izledim. IMDB'den 7,5 alması beni biraz şaşırttı diyebilirim. Daha iyi romantik komediler görmüştük. Yıldız kadrosuna mı verdiler o puanı yoksa Ryan Gosling'in 6 pack'ine mi bilemiyorum. Gerçi her filmde kadın çıplaklığı görmekten gına geldiği için arada böyle adamları soymaları da endüstrinin takdir ettiğim bir yönü. (Bu arada Emma Stone dünyanın en şirin insanı sanırım onu soysalar biraz üzülebilirdim sanırım, küçük kız kardeşim gibi sahiplenip yanaklarını sıkmak istiyorum.)

Bu tip filmlerde gülüyoruz, bazen duygulandığımız bile olabiliyor. Bu da izlenebilir bir film, sonlara doğru şaşırtmacalar, fena olmayan espriler, hafif duygusallık...

Fakat aile kurumu on yıllardır çatırdarken, boşanma vakaları artmışken, bir yanda Sex & The City tarzı yaşama koşan kadınlar barlarda üzgün süzgün "adam" ararken bu tatlı mutlu sonlu filmler biraz sinir bozuyor. Avrupa sinemasında eleştiriyi görebildiğimiz için, moral bozucu olmalarına rağmen o filmleri izlemeyi tercih ederim. Örneğin Alman filmi ÜÇ (Drei) çarpık bir ilişkiyi anlatmasına rağmen uzun süreli ilişkiler ve evlilik adına farklı bir bakış açısıydı. Tabii bir Holivud filmiyle bunu karşılaştırarak elmalarla armutları toplamış olabilirim şu an...

Her neyse, yaşım kemale erdi, flörtlerim, uzun süreli ilişkilerim oldu ve etrafımda bir sürü "aşk arayan" veya boşanmış dertlenen insan var, kısacası ortalama seviyede kafa yordum bu konulara. Geldiğim sonuç ne yazık ki toplumun ikiyüzlülüğü ve insan ilişkilerinin beceriksizleşmesinin artması. Holivud bize bunları öğretti!!111!! gibi abartmayacağım ama gerçekten kafamızda romantize ettiğimiz veya bize toplumun sunduğu saçma bir pembe masal var. Oysa Üç Filminde de görebileceğimiz gibi, her ilişkinin dengesi farklı, herkesin mutluluğu ayrı bir yerdedir, kimsenin kimseyi yargılama hakkı yoktur.

Crazy Stupid Love gibi adı üstünde bir filmden geldiğim noktaya bakın... Vakit geçirmece filmiydi...

Sunday, December 11, 2011

Yeni Yıl Kararları


Yeni yıla yaklaşırken, çoğu kişi gibi ben de çeşitli kararlar almaya başladım. Aslında bu tip kararlar aynı diyetler gibi oluyor, "pazartesi başlayan salı diyetin bitmesi" gibi, 1 Ocak'ta alınan kararlardan 15 Ocakta vazgeçiliyor. Bunların başında da "Bir daha hiçbir yeni yıl partisinde bu kadar içmeyeceğim" ve "Bir daha yeni yıla evden dışarda girmeyeceğim" ilk iki sırada...


Benim kararlarım biraz daha elle tutabilir olacak.

Son halini almadı ancak şimdilik aşağıdaki gibi:

-Ayda 500 TL’den yılda 6.000 TL biriktirmek. (Annem ayda 1.000 TL'den yılda 12.000 TL biriktirmemi istiyor ancak onun hesabıyla benimki kesinlikle tutmuyor. Bu nedenle umudum 8.000 TL; ancak asıl hedefim 6.000 TL)

-52 hafta için; yıl sonuna kadar 52 kitap okumuş olmak. (Dünya istatistiklerini veya optimum süreyi bilmiyorum. Bazen haftada birkaç kitap okurken, aylarca elim kitaplara gitmeyebiliyor. Bu nedenle 52 uygun bir sayı gibi)

-52 hafta için; yıl sonuna kadar 52 film izlemiş olmak. (Bunun sayısını nasıl tutacağım gerçekten bilmiyorum. Sanırım bunlar için bir excel yapmam gerekecek)

-Yarım dizilerin bitmesi (bitmeden yenilere başlamak yok! Çok şeyi yarım bırakıyorum!)

Bitecek dizilerin listesi ise: Stargate SG1, The L Word, Angel, Avatar-The Last Airbender. Bunların yanısıra devam etmekte olan Bing Bang Theory, How I Met Your Mother, Gossip Girl, House MD, The Office, True Blood, Game of Thrones dizilerine de başlamış bulundum... Bunların da güncel bölümlerine kadar gelmeliyim.

-Yeni bilgisayarın taksitleri bitene kadar yeni teknolojik alet almak yok. (Yani Hazirana kadar yeni bir şey almamalıyım)

-Dolaptaki kozmetik ürünlerin ve eşyaların envanteri çıkarılacak, köşede kalanlar bitirilecek. Bitmeden yeni almak yok.

-İhtiyaç listesi belirlenecek, bunların dışındakileri almak yok. (Gerçek bir tüketiciyim galiba, en azından teşhis var ama tedavi nerede?)

-Yüksek lisans projesi yazılıp bitirilip teslim edilecek. (Bundan pek umudum yok ne yazık ki ancak elimden geleni yapmak zorundayım)

-En azından başlangıç seviyesinde yoga öğrenilecek. Belki reiki, poizitf düşünce, NLP gibi şeylerle de ilgilenebilir.

-Elimdeki kitaplar bitmeden yeni kitap taksidine girmek yok. (Çok istiyorsam bir adet nakit alabilirim. Ancak toplu alım ve taksit yasak)

-Son olarak... Ne yazık ki halen SMMM Staj Başlatma Sınavıyla ilgili karar verebilmiş değilim. Sonuçlar pazartesi (Yarın) açıklanacak. Kalırsam ona tekrar hazırlanmalı mıyım? Yoksa şimdilik erteleyecek miyim? Bilemiyorum.

Not:Yeni bilgisayarımla Sims oynayacağım için yukarıda Sims-yeni yıl resmi paylaştım :-)


Ne Okuyorum?- Başarısız Hipotez Tanrı



Şu anda sevgili Nook'umda okuduğum kitap: Başarısız Hipotez Tanrı
Yazarı Victor J. Stenger

İsminden de anlaşılabileceği gibi, ateist teoriye ait. Geçen yıllarda olay yaratan Richard Dawkins'in "Tanrı Yanılgısı" kitabının uzantısı gibi görebiliriz. Zaten yazar bu kitaptan ve Richard Amca'mızdan baya bahsediyor.

Richard Dawkins'in adını 2008'deki otobüs ilanlarıyla duymuştum. Birini yukarıda görebilirsiniz. "There's probably no God. Now stop worrying and enjoy your life" ("Muhtemelen Tanrı yok. Şimdi endişelenmeyi bırakın ve hayatınızın tadını çıkarın") sloganı gerçekten çok dikkat çekiciydi.

Bu kadar dikkat çekmesinin en büyük nedeni yıllardır dinle ilgili baskı kuran çevrelerin karşısına böyle bir anti-tez çıkmaması. Ilımlı modeller çokça görülüyor ancak suya sabuna pek dokunmadıkları için yeterince ilgi ve tepki yaratmıyor. Demokratikliğimizi sınamanın ve gerçekten karşıt görüşlere saygı duyup duymadığımızın bir ölçüsü bu ateist akım.

Aslında bence asıl güzel olan ve ilgili çekici olan aşağıda koyduğum afiş: "Please don't label me, let me grow up and choose for myself" (Lütfen beni yaftalama, bırak büyüyüp kendim seçeyim)


Din ve dinsizlik konuları en çok çocuklar için sorun teşkil ediyor. Yetişkinler çocukları yetiştirirken özellikle ölümle başa çıkmayı öğretebilmek ve "iyi bir insan" olmasını sağlayabilmek için Tanrı'ya başvuruyorlar. İçinde bulunduğun toplumun adetlerini ve inançlarını anlayabilmek ve uyum sağlayabilmek için de toplumda yaşanan din'e mensup oluyorsun. (Veya kısaca otomatikman aileninkine) Oysa bu, çocukların "Cezalandırıcı bir Tanrı"dan korkmalarına, melek ve şeytan kavramını abartmalarına, hatta zaman zaman karabasanlar görüp, yataklarının altında yaşayan cinler icat etmelerine kadar varabiliyor. Her çocukta bu kadar uzun boylu olmasa bile, "Ahlaklı ve iyi bir insan" olmanın Tanrı inancıyla ilgili olmadığını öğretebilmeliyiz.

Tanrı inancı toplumların bir arada kalması ve insanları "düzene sokması" için kullanılmamalı, bir silah olmamalı. İnsanların huzurlu yaşamak için seçtikleri bir yol olmalı. Bu hangi dini hangi inancı seçtiklerine bağlı olarak insanların kendilerine kalmalı.

Irklar, kültürler, inanç ve inaçsızlık kişinin tamamen kendi seçimine bırakılıncaya kadar rahatsız olacağız. Asla gerçekten özgür olmayacağız.

Başarısız Hipotez Tanrı, tanrının varlığını bilimle kanıtlamaya çalışanların tam aksine, tanrının yokluğunu bilimle kanıtlamaya çalışıyor. Henüz başlarındayım ancak bu görüş ve bu anti-tez gerçekten ilgimi çektiği için hevesle okulorum. Arkasından Dawkins'in kitabını da okumayı ve http://richarddawkins-turkey.blogspot.com/ adresindeki yazılara zaman ayırmayı düşünüyorum.

Yıllarca Harun Yahya kitaplarıyla yarım yamalak birkaç doz bilimtrak yazı almış bir nesil olarak bu kitapları okumak ve seslerine kulak vermek boynumuzun borcu!

Tuesday, December 06, 2011

Nook ve E-Kitap



Kitap okumak benim için bir tutku olduğundan, her an her yerde her koşulda okuyabilmek isterim.

Bir de bazı takıntılarım vardır. Diyelim aklıma bir şey koydum... O gerçekleşene kadar rahat edemem. Genelde sahip olmak istediklerimle ilgili oluyor bu. Mesela bir masa almaya karar verdiysem, sürekli masadan bahsedip, onun fotoğraflarına bakarım. Hava bozuk olsun, işim olsun, farketmez... Ben koşa koşa gidip o masayı alırım. Hem kendimi hem yanımdakileri zora sokma pahasına... Hoş bir şey sayılmaz. İyi ki nadiren başıma geliyor.

Kitap konusunda da vardır bu takıntım. Bir kitabı okumaya karar verdiysem, kimse beni tutamaz. Daha ucuz diye internetten sipariş edemem mesela. Bir anda taksiye atlayıp gidip onu almam gerekir.

Nook konusunda da böyle oldu. Düşündüm düşündüm. Uzun süre araştırdım tarttım. Ve sonunda bir e-kitap okuyucu almaya karar verdim. Daha da önemlisi, Nook almaya karar verdim. Çünkü Nook, idefix.com ve D&R’dan alabileceğim e-kitap formatını da destekliyordu. Ayrıca şık ve de güzeldi.

Bayram öncesinde “sipariş verelim!!!” diye kendimi kaybettim. Çünkü bayrama kadar siparişim gelecekti, ben de bayram tatilinde yeni Nook’umla kitap okuyacaktım.

E-bay’den siparişi verdik... Kısa sürede geldi.

Fakat aynı satıcı güzel bir kılıf satmıyordu. Bu yüzden bir kriz de kılıf için çıkarttım kendime. Bütün elektronik mağazalarında 6” için bir kılıf aradım durdum. Sonunda D&R’da bulundu, Case Logic marka. Tam istediğim gibi. Hem pahalı da değil. Şimdi çok mutluyum!

Şimdiye kadar yalnızca idefix’den kitap aldım, ayrıca internetten indirdiğim kitapları okudum. Yabancı bir siteden kitap alıp İngilizce okuyabilmek istiyorum ancak telif hakları nedeniyle yabancı siteler Türkiye’ye satış yapmıyorlar. Adresimi farklı göstermekle de uğraşamadım ne yazık ki.

Özellikle klasikleri böyle e-kitap okuyucu ile okumak çok rahat oluyor. Kalın kitabı taşımak da zor, tutmak da. Yatağıma yattığımda tek elimle tutabildiğim, kesinlikle gözümü yormayan bir tasarımla karşı karşıyayım. İstediğim sayfada bırakıyorum. Şarjı ise haftalarca bitmiyor... İngilizce okumak ise ayrıca kolay, çünkü bilmediğim bir kelimenin üzerine basmam yeterli, hemen anlamına bakabiliyorum.

Dipnotların link şeklinde üzerine tıklayarak açılması da ayrı bir güzellik. Dipnota basıyorum, beni en arkadaki dipnotlar kısmına atıyor. Okumam bitince tekrar basıyorum, kaldığım sayfaya geri dönüyorum.

E-Kitap okuyucuların nostaljik kitapseverlerce alaşağı edilmeye çalışılmasını çok saçma buluyorum. Eğer okumak istediğim “Metin” ise, bu metni ister bilgisayar ister gazete kağıdı, ister elektronik okuyucu ile okurum. Bilgiye ve edebiyata ulaşmanın binlerce yolu var. Bu mevzular “Duvar Yazısı Sanat Mıdır?” tartışmalarını anımsatıyor bana. Büyük yazarlar yıllar önce başyapıtlarını gazetelerde tefrika ettirdiklerinde onlara da böyle karşı çıkanlar oluyor muydu acaba?

Ben de kütüphanem olmasını seviyorum. Çok beğendiğim kitaplardaki satırların altlarını çizmek, raflara yerleştirmek, zaman zaman yanımda gittiğim yere taşımak, hatta bazen sadece kapağını görmek beni mutlu eder. Ancak bunun bir takıntı haline gelmesini gerçekten anlayamıyorum. “Kitap kokusunu duymadan okuyamam”cılar bir yanda, “Kitap bana ait olmalı, ödünç bile almam satın alırım”cılar diğer yanda... Hatta ve hatta “Korsan almayı kabul edenler ve etmeyenler” şeklinde gruplaşanlar bile mevcut.

Bence kişisel tercihleri böyle gereksiz entelektüellik kılıflarına sokup kendimizi boşuna yorup üzüyoruz. Dünyada tartışmamız gereken başka sorunlar, edinmemiz gereken başka özgürlükler varken...

Sabah Sabah


Yeni iş yerimde verdikleri bilgisayarı çözmeye çalışıyorum, bluetooth var ama neresinden açılıyor anlamadım. Cep telefonumla çektiğim bir foroğrafı yüklemek istedim aslında ama keşfedemedim. Onu ararken yan taraftaki bir şeyi söktüm... Baya uğraşarak zor taktım.

Bir de masamda kullanmak için termos kupa getirdim. Yarım saat önce çay koydum hala kaynar. Termosun mantığı bu belki tamam da... O kaynar suyu ben nasıl içeceğim ki? Bence termos çok saçma bir şey. Ben alışamamış da olabilirim.

Kısacası şu an biraz saf-salak hissediyorum. Bluetooth'u başarsam kendi termosumun resmini koyardım ama olmadı, olamadı. Temsili resim koyuyorum ben de. Ama buna benziyor cidden. Hehe.

Sunday, December 04, 2011

Immortals


Immortals isimli film birkaç haftadır vizyonda. Reklamı çok yapıldı. Adrenalin yüklü diyemem ama testosteron yüklü olduğu kesin. 300 filmini anımsatıyor. Her zamanki gibi güzel kız ve yakışıklı erkeği başrole koymuşlar, "iyi oyuncu" olarak tanınan birkaç isim de diğer rollerde.

Zaman geçirmek için fena bir film değil, görsel olarak da doyurucu. 3-D olmasının pek avantajını göremedim ancak ilk kez gözlükten dolayı başım ağrımadığı için salondan mutlu ayrıldım.

Film mitolojik karakterlerle ilgili. Ben de mitolojiden çok hoşlanırım. (Müze ve klasik heykel sevgimden belli olacağı üzere)

Filmdeki bazı kişileri ve olayları hatırlar gibi oldum ancak tam da emin olamadım. Bu nedenle Google'a danıştım. :-)

Filmle gerçek(!) arasındaki farklar:
Filmde... Theseus, babası belirsiz, köylü bir kardeşimiz. Annesine yürekten bağlı. Annesi tecavüze uğradığı için tüm köy onlara sırt çevirmiş. Arkasından Hyperion isimli cani kral Epirus Yayı'nı aramak üzere çeşitli katliamlara girişiyor. Bu arada Theseus'un da köyünü basıp annesini öldürüyor. Theseus macerasının hemen başında güzel bakire kahin Phaedra ile tanışıyor ve aksiyon devam ediyor.

Gerçekte... Theseus'un annesi köylü değil, kral kızı. Theseus'un babası bazı kaynaklara göre Poseidon, (Denizlerin Tanrısı) anne yüzerken hamile kalmış (Evet bence de biraz komik) Bazı kaynaklara göre de bir kral. Neyse bu kral baba, kılıcını gömüyor bir taşın altına gidiyor. Theseus da büyüyünce taşı kaldırıp kılıcı alıyor, elinde kılıç maceralara koşuyor. Babası bir yanlış anlaşılma sonucu kendini denize atıp ölüyor. Babasının adı Aegeus olduğundan Ege denizi ismini buradan alıyor.

Filmde Theseus, kral Hyperion'a karşı savaşıyor ancak gerçek mitolojide böyle bir şey yok; farklı savaşlarda yer almış. Zaten mitolojide Hyperion pek mühim bir şahsiyet sayılmaz. Titanlardan biri işte :P Filmde Minotaur diye bir Boğa başlıklı savaşçı var... Mitolojide bu arkadaş cidden boğa... Her iki versiyonda da Theseus arkadaşımınız kendisini biçiyor. Filmde Theseus çok çok güçlü ama yine de bir insanevladı, bu nedenle bazen Tanrılar ona yardım ediyor. Mitolojide ise zaten Poseidon'un oğlu olduğundan, Tanrı yardımı falan almıyor...

Filmin sonunu sanki devamını da "Theseus'un Oğlu'nun Maceraları" şeklinde getirirler gibi bir hava var. Oğlu mitolojide Troya Savaşı'nda savaşmış.

Theseus'u oynayan Henry Cavill'i Tudors'dan biliyoruz, yakışıklı ama biraz sıradan gibi, aşağıdaki resimde sinirli halini görebiliyoruz :)))


Bu tarz filmler beni eğlendiriyor. Holivud'un vakit geçirmelik filmlerinden biri daha.
Bu arada başroldeki ablamız Freida Pinto çok güzel olduğu için kıskanıp fotoğrafını koymuyorum. İstiyorsanız filmi izleyin zaten poposunu falan da görebilirsiniz böylece.

Saturday, December 03, 2011

Frey Wille özentisi




Sonunda Frey Wille'den içeri girmeye cesaret edebildim. Saatlerin 3.000-4.000 TL civarı olduğunu öğrendim. Ayrıca bir kolye beğendim 400 TL'ydi. Ne yazık ki kuzenime hediye almam gerekiyordu ve bu hediye için 400 TL'lik limitim vardı. Ona da Frey Wille almak istemedim. Çünkü takılar altın kaplamaymış, tamamen bijuteri mantığında, herhangi bir aksesuara sadece tasarımı güzel diye böyle bir fiyat biçemiyorum. (Bir iktisatçı olarak... Hahahah)

Sonrasında çıkıp yan taraftaki pasaja girdim. Bir gümüşçünün vitrininde sedefli gümüş yüzük gördüm. Gerçekten Frey Wille'dekileri anımsattı bana. (Belki bakanlar "hiç de benzemiyor" derler bilemiyorum, ama önemli olan niyet) Ben de bu yüzüğe 60 TL vererek sahip oldum. Böylece şimdilik Frey Wille aşkım törpülendi...

Yüzüğün fotoğraflarını da buraya koydum :-)

Dostoyevski


Okumayı öğrendiğimden beri kitap okurum. Ancak nedense elim klasiklere çok geç gitti. Dostoyevski, büyük sanatçıları etkileyen, adını tarihe kazımış bir yazar... Ben de daha fazla geç kalmadan okuyayım dedim. Öncelikle Rus halkı ve kültürü gerçekten çok ilgimi çekiyor, bunu söylemek isterim. Rusça öğrenmeyi de çok istiyorum. Geçen yıl Pera Müzesi'ndeki Rus Sanatçılar sergisindeki yağlı boya tabloları gördükten sonra Rus hayranlığım daha da arttı. Ayrıca bir başka yazıda bahsetmek üzere sakladığım bir Tolstoy hayranlığım var.

Fakaaaattt... Dostoyevski'ye gelince... Ne yazık ki beni pek etkileyemedi. Açıkçası döneminin koşullarında değerlendiremiyorum, çünkü yazıldığı dönemin düşüncelerini ve tarihini çok iyi bilmiyorum. Rus Kültürüne de meraklıyım, tamam, ama o kadar da bilgili değilim. Sanırım romanlardan yeterince zevk alamamamda bunların etkisi var.
Önce Suç ve Ceza'yı okudum. İnsanların durmaksızın Raskolnikov'dan bahsetmeleri, okuduğum birçok romanda ona gönderme olması beni etkilemişti. Ancak ben Raskolnikov'da bu kadar abartılacak bir yan bulamadım. Zeki Demirkubuz'un da Suç ve Ceza'dan etkilendiğini, filmlerinde göndermeler yaptığını duymuştum. Okuyorum okuyorum bir yere varamıyorum. Sayfalarca İsa, sayfalarca Hıristiyan inancı... Allahım sana geliyorum diye bağırıp kitabı atacaktım neredeyse de, işte ne yapalım yılların enteliyiz, atamadık...

Her neyse şu anda Karamozov Kardeşler'i okuyorum. Bundaki zorlanma nedenim de kişi sayısının fazla oluşu ve Rus isimleri.
Dimitri Fyodoroviç Karamazov'a Mitya diyorlar. Aleksey Fyodoroviç Karamazov'a Alyoşa diyorlar... Yetmiyor, herkesin böyle ufaltılmış şirinleştirilmiş isimleri var. Sanki bu şirin isimleri verince şirin davranmaya devam ediyorlar gibi bir hava esiyor fakat yanılıyoruz. Anlamakta zorlandığım, dönemin ahlak inancını yansıtan uzun Hıristiyanlık betimlemeleri devam ediyor.

En çok ilgimi çeken de fakirlik içindeki bu insanların kendilerini "halk" olarak görmemeleri. Halk; sıradan mujik işte! Sosyalist düşüncenin o dönemde tartışıldığını ve kabul görmeye başladığını da satır aralarından yakalıyoruz. Fakat yazarın savunduğu veya yansıtmak istediği nedir, bunu birebir seçemiyoruz.

Sanırım Dostoyevski Amca için biraz daha olunlaşmam gerek. Rus Edebiyatı konusunda bilgili birisinden bilgi alabilmeyi çok isterdim. (Yazı çok sığdı kendimi temize çıkartmak istedim)

Friday, December 02, 2011

Klimt ve Mucha

Klimt ve Mucha hayranlığım ne zaman başladı bilemiyorum. Ancak özellikle desenleri çok hoşuma gidiyor.

Bu nedenle odamı dekore etmek istediğimde ilk olarak aklıma bir Klimt tablosunun posterini almak geldi. Uzun süre aradım durdum çünkü yeterince kaliteli bir baskı bulmak mümkün olmuyordu. Sonunda güzel bir poster buldum ve astım. Aslında çerçeveletmeyi istiyorum çünkü böyle asmak hem şık değil hem de işlevsel değil. Gecenin bir vakti yere düşüverip ödümü patlatabiliyor.

Bu arada Buffy The Vampire Slayer’ın bir bölümünde, (Buffy’nin üniversiteye gittiği sezonda) bir vampir yurt odalarının çoğunda Klimt- The Kiss tablosu olmasından yakınıyordu, dalga geçiyordu bu entelektüel hevesle. Gerçekten çok güzel bir tespit. Ancak sanatla biraz ilgilenen, görsellikte kalite arayan bir insanın ilk olarak Klimt’e uğraması da çok normal. Bu heveslerin en yoğun olduğu dönem de üniversitenin ilk yılları. Ben üniversite 1. ve 2. sınıftayken neredeyse müzelerde yatıyordum, wallpaperlar en büyük dostum, google images en sevdiğim arkadaşımdı.

Mucha’ya gelince... Mucha’nın posterlerini bulmak biraz daha zor. Ancak puzzle’ları her yerde. En çok istediğim şey “Mevsimler”in şöyle 2000 parçalık olan puzzle’ını yapıp asmak.

Şimdilik bunu yapamadım ancak geçen sene Prag’a gitme şansım oldu ve Mucha Müzesi’nin hediyelik eşya bölümünden kartpostallarını aldım. Sonra gelip Ikea’dan boyasız çerçevelerden aldım ve çerçeveleri tahta boyasıyla kafama göre boyayıp, kartları içine yerleştirdim. Şimdi de duvarımdalar. Böyle anlatınca gerçekten süper bir “craft” projesi gibi duruyor ama ben ne yazık ki pek başarılı olamadım. Boyamalarım baya acemice oldu. Yine de kartpostallarımı asabilmenin haklı gururunu yaşıyorum.

Klimt ve Mucha’nın eserlerinden esinlenerek takılar tasarlayan bir marka var: Frey Wille. (Sloganları Pure Art, daha ne olsun!) Bağdat Caddesi’ne ne zaman gitsem, vitrinlerine yapışıyorum. Hatta bazen Google’dan fotoğraflarına da baktığımı itiraf etmeliyim. Ne yazık ki oldukça pahalı şeyler satıyorlar. Aslında bu göreceli bir kavram, belki bu kadar kendime eziyet etmek yerine ufak, gücümün yettiği bir objeyi alıp kendime hediye etmeliyim. Ancak o güzel desenlerin görünebilmesi için en azından bir saat ve kalınca bir bileziğini almalıyım gibi geliyor bu nedenle bir türlü dükkandan içeri giremiyorum. Gücümün yeteceği obje beni tatmin etmeyebilir.

Aşağıda benim kartpostallardan birini görebilirsiniz, örnek olarak koydum. Aslında 3 taneler...

Bu yazı için Frey Wille'in sitesine bir kez daha baktım ki aslında Monet Koleksiyonları da varmış. Aşağıya bir fotoğrafını koyuyorum, bence çok çok zarif.

Ben bu sanatçılardan bir parçaya sahip olmayı mı istiyorum yoksa bu takıları mı seviyorum emin değilim aslında...

Film: Jane Eyre 2011


Jane Eyre’in İngilizce versiyonunu okumaya başladım. Aşk hikayesi kısmına gelemeden bıraktım. Üstelik sanırım benim elimdeki basitleştirilmiş ve kısaltılmış bir İngilizce metin.
Ekim’de bir de baktım yeni bir Jane Eyre filmi var! (Filmekimi sağolsun) Üstelik başrollerde Mia Wasikowska, Jamie Bell ve Michael Fassbender var!
Mia’yı daha önce Harikalar Diyarı’nda gezen Alice olarak görmüş ve beğenmiştim. Jamie Bell zaten malum şirin İngiliz kontenjanında... Michael Abimiz ise derin mavi gözleriyle beni benden alıyor. Ihım pardon bu kısmı atlıyorum yani çok iyi bir sanatçı demek istiyorum. Gerek A Dangerous Method’da Carl Jung gibi karizmatik bir rolde olmasıyla, gerek Jonah Hex gibi iğrenç bir filmde oynamasıyla (!), gerek X-Men: First Class’da Magneto’nun gençliği olmasıyla gönlümüzde taht kurmuş bir isim. Kısacası adam ne yapsa beğeneceğim zaten.
Jane Eyre’e gelince... Ecnebilerin Kostüm-drama dedikleri bir tür... Benim de çok sevdiğim bir tür. Nerede Jane Austen, nerede İngiliz Kırsalı ve komik kocaman şapka, nerede bol bakışmalı mektuplu aşk nerede köy papazı işte ben oradayım!
Mia’nın Jane Eyre’i gayet güzel yansıttığını düşünüyorum. Gününün şartlarına göre oldukça güçlü bir genç kadın. Laf altında kalmıyor, zekice cevaplarını yapıştırıyor.
Bu tarz klasik kitapları okurken ve filmleri izlerken insan kendisini o dönemde yaşıyor gibi hissediyor. Sanki o insanların değer yargıları sana da uygunmuş gibi. Din ve inançla bu kadar içiçe olmaları da bazen tuhaf gelse de, şehir yaşamından uzakta, devletin de elinin az hissedildiği yerlerde ahlaki kurallara göre yaşamaları anlaşılabilir geliyor. Köy rahipliği (veya papazlığı artık tam emin değiim o ayrımdan) az kazandıran fakat saygıdeğer, asil bir iş onlara göre. Gidip fakirlere kitap okuyarak veya hasta köylülere bir şal örerek, İncil okuyarak vicdanlarını hafifletiyorlar.
Evdeki hizmetçileri ve köylüleri bir nevi kölelik sisteminde algılamaları bile göze batmıyor kostüm-dramalarda. Zaten kostümlere bakmaktan ve dramaya üzülmekten unutuveriyoruz bunları. Varsın hizmetçilerin hiç sözü edilmesin... Tıpkı günümüzdeki Amerikan dizilerinde “cesur askerleri” izlerken duygulanmamız ve aslında onların yanıbaşımızdaki Afganistan ve Irak’ta ne gibi pisliklere bulaştıklarını gözardı etmemiz gibi.

Thursday, December 01, 2011

How I Met Your Mother


Bu diziyi ilk izlediğim dönemde iyi gittiğini düşündüğüm bir ilişkim vardı. Dizi çok komikti. Biz de sanki o dizideki Marshall ve Lily gibiydik. Birbirine bağlı, neredeyse bağımlı, çok eğlenen gülen, arkadaşlarıyla her şeyi paylaşan. O dönemde diziyi izledikçe evlenmek istiyordum. Aynen onlar gibi bir evlilik aile saadet takıntısı doğuyordu bende.

Ted aile kurmak isteyip, kuramayıp, gözyaşlarıyla sevgililerinden ayrıldıkça ben de ağlıyordum vs... Sonra ilişkim bitti. Diziyi izledikçe daha da çok ağlamaya başladım. Ben de mutluluktan uzaktım, ben de birlikte yaşlanacağım birisinden uzaktım...

Şimdilerde diziyi izlediğimde, yine hüzünlendiğim olabiliyor tabii, ancak geçmişteki gibi duygularım yok. Ben de biraz dizideki karakterler gibi olgunlaştım sanırım. Ben de "Doğru kişiyle" olsun istiyorum her şey, herhangi biriyle değil. Ayrıca umutsuz olmayı gerektirecek bir durum yok. Zaman zaman hayat kötüye gidiyor zaman zaman iyiye. Belirli bir periyoda bakarak karar vermemeli...

Bu arada bu dizinin Amerikan değerlerini ve muhafazakar mesajlarını da alttan altta verdiğini düşünmüyor değilim. Yine de izlemeden duramıyorum. Bu yüzden başarılarını takdir mi etsem? Dizide tek gecelik ilişkiler işlense bile aile kurumu sürekli yüceltiliyor ve evlilik, çocuk, varılabilecek en ulvi nokta olarak gösteriliyor. İncelenmeye değer bir konu.